Deprecated: preg_replace(): The /e modifier is deprecated, use preg_replace_callback instead in /home/davam/public_html/engine/modules/show.full.php on line 292 davam.az - BÜTÖV AZƏRBAYCAN ADINA! > Çap səhifəsi > BİZİM GELECEĞİMİZ
davam.az - BÜTÖV AZƏRBAYCAN ADINA! > Gündəm, DAVAMın yazıları > BİZİM GELECEĞİMİZ

BİZİM GELECEĞİMİZ



(Bu yazı, Kazakistan’ın eski başkenti Almatı’da çıkan “Uygur Avazi” gazetesinin 15 Eylül Salı günü 1992 tarihli sayısında “Bizniñ İstikbalimiz”başlığıyla Uygurca olarak yayınlanmıştır. Yazının bu Türkçesi ise, İstiklal Gazetesinin Ekim 2006 Tarihli, 27. Sayısında basılmıştır)


Türkistan, Asya’nın tam göbeğindedir. Yani tam anlamıyla Orta Asya’dır. Burada, Türkistan’ın dört tarafının da denizden aynı uzaklıkta bulunduğunu ve dünyada denizden en uzak tek ülke olduğunu da söyleyebiliriz. Cengiz’in ve Timur’un, dünyanın ve tarihin en büyük fatihleri olabilmelerinin sırrı, Türkistan’ın Karalar Çağı’ndaki bu coğrafî konumunun sağladığı olanaklarda saklıdır. Uçsuz bucaksız Türkistan bozkırlarındaki ve dağlarındaki atlı insan, Türkistan’dan Avrupa-Asya karalar okyanusunun dört tarafına yayılan Cengiz ve Timur ordusunun güç kaynağı olur. Kuzey Buz Denizi’nden Hint Okyanusu’na kadar, Büyük Okyanus’tan Atlantik Okyanusu’na kadar uzanan kervan yolları Türkistan üzerinden geçer. Türkistan’da yoğurulan bu Kuzey, Güney, Doğu ve Batı’nın ticarî ve medenî değerleri, Türkistan insanlarının hem maddî, hem manevî kaynağı olur. Fakat, çağ değişir, müspet bilimler gelişir. Moğol’u ve Türk’ü coşturan atın hızı deniz kıyılarında kesilir. Avrupalılar gemi ve pusula ile okyanus ötesindeki bilinmeyen karalara gider. Karalar Çağı (Orta Çağ) kapanır, Deniz Çağı (Yeni Çağ) başlar. Karalar Çağı kapanınca, Türkistan da karalar okyanusundaki rolünü kaybetmeye başlar. Artık Türk’ün de karadaki fatihlik çağı yavaş yavaş kapanır. Dünyamız, denizci yeni fatihler tarafından işgal edilir.
Onaltıncı yüzyıl başlarındaki deniz yollarının açılmasıyla beraber, Orta Asya ovalarından kara yoluyla yapılan ticaret birdenbire durur. Ülkede merkezleştirici ticaret gibi etkenin büsbütün sükutu, halkın ancak ekincilik ve hayvancılık ile yaşaması, bölgeler arasında önce de pek güçlü olamayan manevî bağların daha çok zayıflaması, ülkenin hanlıklara bölünmesine sebep olur. Altışehir’de Seidiye Hanlığı 1514’te, Buhara Hanlığı 1500’de, Hive Hanlığı 1511’de, Hokant Hanlığı 1700’de kurulur. Bu hanlıklar ortaya çıktıktan sonra, aralarındaki kısır çekişmeler ve savaşlar sürüp gider. Rus-Çin istilası karşısında bile birleşemezler. Yine bir taraftan Türkistan’ın iktisadî yaşamında önemi çok büyük olan, Hazar Denizi’ne dökülen Amu Derya ile Sır Derya’nın 1575 yılında yatağını değiştirerek Aral Denizi’ne dökülmesi, o yüzyılın en büyük musibetlerinden biri olur.
Şii İran’ın Türkistanlılar’a karşı yaptığı savaşlar ve 17.yüzyıl sonu, 18.yüzyıl başlarında cereyan eden Kalmuk baskınları Türkistan için büyük sıkıntılar getirir. Böylece Farabi, İbni Sina, El Biruni, Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Hashacip, Alişir Nevayi, Timur, Uluğ Bey ve Babur gibi ulu zatları doğuran bu toprakları birdenbire yoksulluk ve cehalet basar. Hocaların at oynatmasına uygun bir hale gelen Türkistan’ın bu iktisadî ve manevî gerilemesi, her şeyden önce o zamanki Türkistan aydınlarının ve sanatçılarının başına bir kara gün olarak çöker.
Hocalar tarafından öldürülmüş bilgin Uluğ Bey (1394-1449) dönemiyle Engizisyon tarafından öldürülmüş Bruno G.nin (1548-1600) dönemi karşılaştırıldığında, Türkistan Türkleri’nin Avrupalılar’a oranla müspet bilimler dahil 150 yıl ileride olduğu anlaşılır. Fakat, Timur’un ölümünden sonra Orta Asya’da cereyan eden olaylar, Timurlular’ın yarattığı bu yüksek kültür hayatının devam etmesini engeller ve sonunda düşürür.
Şiiliğin çoğalan menkıbelerinin etkisinden yararlanan Safaviler, ilk defa İran’da bir Şii hanedanını kurup yaşatırken (1502-1736), aynı zamanda, tasavvuftan destek alan hocalar da Kaşgar yöresinde Safaviler gibi iktidar sahibi olmaya çalışırlar. Evet, tasavvuf yoluyla İran’da devleti ele aldıkları gibi, Türkistan’da da bu yoldan hareket ederler. İktidar girişiminde büyük bir avantaj olan peygamber soyundan gelme iddiası, Şiilik için olduğu gibi, hocalar için de geçerli olur. Zaman, mekan ve koşullar, hep hocaların lehine çalışır. Bu hocaları-seyitleri, Kazak bilgini Çokan Velihanoğlu haklı olarak, kendisinin mensubu olduğu Cengiz soyunun düşmanları olarak biliyordu. Tatar feylesofu Yusuf Akçura da, “İslam mümin kişilerin cins ve ulusunu yok eder” demişti.
Timurlular saltanatı için, istikrarlı esaslar üzerine ulusal topraklarda bir medenî yaşam kurmaya zaman kafi gelmez. Hocaların ve dervişlerin zuhuru, İranlılar’ın Türkler’e karşı olan ulusal mücadelesiyle bağlanır. Bilgin Uluğ Bey’e hazırlanmış suikastın arkasında Timurlular zamanının ünlü hocası Tacik Hoca Ahrar yerini alır. Hoca Ahrar’ın yakın taraftarları arasında hiç Türk bulunmamasından anlaşılıyor ki, bu suikast yalnız bilim-din çatışmasının sonucu değil, aynı zamanda Türk-Fars çatışmasının da sonucudur. Türk’ün hoşgörüsüne sığınan Farslar ve Araplar, Türk topraklarında, Türk hükümdarlarına suikast hazırlamaya da fırsat ve cesaret buldular. İşte bu uygun ortamdan yararlan dış güçler-Kalmuklar, Çinliler ve Ruslar-Türkistan’da Türk egemenliğini ortadan kaldırmayı başardılar. Fakat, İbn Sina ve Timur gibi Türklüğün yetiştirdiği büyük şahsiyetlerin Türklük için çizdiği yolu ve verdiği şuuru ortadan kaldıramadılar. Bu yol ile bu şuur, Türkün bilime ve sanata meyilli olma yoludur; Türkün özgürlük ve bağımsızlığına düşkün olma şuurudur. Bilim ve sanattaki başarılar, özgür ve bağımsız yaşamanın teminatıdır.
Böylece geçmişteki acılarımız ile bugünkü ümit ve sevinçlerimizi bir araya getirip, durum değerlendirmesi yapacaksak, yurdumuzun kuşatılmış durumunun, dinimizin ve komşularımızın direk etkisiyle oluşmuş esirlik halimiz, Doğu Türkistan’da bugün de eskisi gibi devam etmektedir. Fakat dünyamızdaki bugünkü gelişmeler, Türkistan’ı esirliğe götüren sebepleri yavaş yavaş ortadan kaldırmakta ; Uzay Çağı , gelişen iletişim ve ulaşım, Türkistan coğrafyasının kuşatılmış durumunu bozmaktadır. Türkistan coğrafyasının eski önemi tekrar canlanacak; bu ülke, Kuzey, Güney, Doğu ve Batı’nın hava ve kara yolları, sanayisi, medeniyeti bir araya gelen büyük bir merkeze dönecektir. Geçmişte Arap, Fars, Kalmuk, Çin ve Ruslar ortasında bu sahada yalnız idik. Artık o günler geçti; dünya halklarıyla birleşip-yardımlaşıp yaşamanın olanakları meydana gelmekte. Burada bize gurur veren tarihimizdeki şu bir gerçeği anımsamak yerindedir. Biz Türkler, güçlü veya zayıf dönemlerimizde olsun tarih boyunca, Çinlilerin karşısında bir kaya gibi onların etrafa genişlemesine engel olabildik. Türkler’in sayesinde kuzeydeki ve batıdaki birçok uluslar bu arsız ve zalim ulusun olası istila ve zulmünden kurtulmuştur. Yani Türkler bir kalkan gibi Batı uygarlığını bu sarı tehlikeden korumuştur. Türkler tarihteki bu rolleri itibarıyla insanlık ve uygarlık adına övünmekte haklıdırlar. Fakat, Türkler bu hizmetine karşılık batı uluslarından yardım görmek şöyle dursun, onların da saldırısına uğramıştır. Türkistan’a yönelik Arap, Fars, Rus saldırıları, Türkler’i çoğu zaman iki cephede savaşmak zorunda bırakmıştır. Bu durum Türkler’i gittikçe yıpratmış, zayıflatmıştır. Yine de bu ulus, düşmanlarının bu kadar çok olmasına rağmen, tarihteki görevinin bu kadar ağır olmasına rağmen, ırkının, dilinin asilliği ve yaşam biçiminin hareketliliği sayesinde günümüze kadar gelebilmiştir. Eninde sonunda bütün Türkistan’ı yine, Timurlular’ın bundan 600 yıl önce başlattığı bilime ve sanata yönelik eylemleri kurtaracaktır. Artık çağ değişmiştir, bundan böyle, mekan, zaman ve koşullar din ve tasavvuf için değil, bilim ve sanat için hizmet edecektir. Dünyamızda kalıcı olan da bilim ve sanatın ürünleridir. Uluğ Bey ve Alişir Nevayi, bilim ve sanata gösterdiği hizmetlerinden dolayı, Türk dünyasının ölümsüz simalarından olmuştur.
Devlet, bir ırka ve o ırkı barındıran bir bütün coğrafî esasa dayanan ve o, ırkı o, yurdu koruyan siyasî-askerî kurumdur. Belli bir ırka, belli bir coğrafyaya dayanmayan, din veya izmlere dayanan devletlerin sonunun çöküş ile biteceğini, geçmişteki Osmanlı İmparatorluğunun ve bugünkü Sovyetler Birliği’nin kaderi yalın bir şekilde kanıtlamıştır. Tibet, İç Moğolistan, Mançurya ve Doğu Türkistan gibi ulusal bölgeleri silah gücüyle elinde tutan bugünkü Çin’in kaderi de, yukarıda adı geçen imparatorlukların kaderinden başkaca olamaz; bu kader, tarihin ve insanlığın iradesidir. Irkçılığa ve sömürgeciliğe dayanan bugünkü Çin devleti, 20.yüzyıl gerçekleri karşısında zayıf, çaresiz ve ölüme mahkumdur .
Bugün dünyada İngiliz İmparatorluğu denilen bir şey yoktur, fakat o kadar geniş ve dağınık bir coğrafyaya yerleşmelerine rağmen, dünyamızda İngiliz birliği vardır. Bu durum, gelişmiş-güçlü medeniyete sahip olan ulusların ulusal birliği, coğrafî engelleri de aşabileceğini kanıtlamaktadır. Bu olgunun zıttı olarak, özel ve hizip çıkarlarını ulus çıkarından üstün tutan toplumlarda, ulus ve o, ulusu barındıran coğrafyaya dayanan bütün bir ulusal devlet kurmaya olasılık bulunmamaktadır. Arap dünyası işte bunun en tipik örneğidir. Tarihte Araplar dine dayanan bütün bir devlet kuramadığı gibi, ulus ve coğrafî olanaklara dayanıp da bütün bir devlet kurabilmiş değillerdir. Araplar’da İngilizler’deki gibi ulusal birlik de yoktur. Bu iki ulus arasındaki bu büyük farkın sebebini, bu iki ulusun sahip olduğu manevî değerlerinden ve seçtiği yollarından aramak gerekmektedir. Biz İngilizlerin gittiği yoldan yürümeliyiz. Bize bütün bir Türk İmparatorluğuna gereksinim yok; fakat İngilizler gibi ulusal birliğe gereksinim vardır.
Türkistan, bugünkü değişle Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Doğu Türkistan’dan oluşan büyük bir Türk yurdunun siyasî adıdır. Bu ülkenin terkibindeki tüm bölgeler, uzun tarihimiz boyunca aynı siyasî kaderi paylaşa gelmiştir. Cengiz ve Timur imparatorluğunun esas gövdesi olan bu yurt, 18.yüzyıldan başlayarak, ezelî ve ebedî düşmanımız olan Çin ve Rus istilacıları tarafından paylaşılmıştır. Eğer bugün bu yurdun batı tarafı bu istiladan kurtulabilmişse, doğu tarafının da bu istiladan kurtulacağı kesindir. Çünkü Uzay-bilgi çağımız, ulusal devlet ilkesiyle demokratik yönetim biçimini, dünya barışının ve insanların huzur ve refah içinde yaşayabilmesinin temeli olarak öngörmektedir. Bir ulus için ulusal devletten, bir fert için özgürlükten daha değerli hiçbir şey yoktur. Ulusal devlet özgürlüğün teminatı olduğu gibi , fertlerin özgürlüğü de o devleti ayakta tutan etkenlerin esasıdır.
Bugünkü büyük değişim, aslında 19.yüzyılda Avrupa’da ve 20.yüzyıl başlarında Türk dünyasında meydana gelen ulusal uyanışın ve Ceditcilik hareketinin devamı ve sonucudur. 1918 yılında kurulmuş Alaş Orda Devleti, 1922 yılında kurulmuş Buhara Cumhuriyeti, 1933 yılında kurulmuş Şarkî Türkistan İslam Cumhuriyeti, 1944 yılında kurulmuş Şarkî Türkistan Cumhuriyeti, işte bunların hepsi, tüm Türkistanlıların ulusal birliği ve ortak siyasî amaçları için daha önceden hazırlanmış temeldir.
Yakın çağımızın dünyasında hiçbir yöre Türkistan kadar çok isyanlara ve tekrar tekrar istilalara sahne olmamıştır; hiçbir topluluk Türkistanlılar kadar zulüm ve katliamlara maruz kalmamıştır. 300 (1678-2008) yıllık esirliğin birikimini halen taşımakta olan Doğu Türkistanlılar kadar bahtsız ve zavallı başka bir topluluk yoktur. Bu acılar ve haksızlıklar biz Türkistanlıları bir ulus olarak birleştirip, bir hareket birliğine yönlendirecektir. Zulüm mazlumları birleştiren en güçlü amildir.
Ulusumuz uzun yıllardan beri dışarıdan gelen İslam inançlarıyla iç içe yaşayıp, onun getirdikleriyle götürdüklerini, yararıyla zararını kendi tarihî kaderinde yalın bir şekilde görmüştür; yakın çağımızda ise yine dışarıdan gelen ve bir çok yönleriyle İslam’a çok benzeyen komünizm inançlarıyla da iç içe yaşayıp, onun sonucunu da bugün anlamaktadır. Bunların hiç biri ulusal çıkarlarımız ve ulusal özelliklerimiz için yararlı olmamıştır. Zıttı olarak bu inançlar ulusumuzun direnme-mücadele gücünü zayıflattı, zihnini felç etti.
Böylece inkar edilemeyecek bu tarihî gerçekler-dersler bizi daha çok ulusallaşmaya çağırmaktadır. Türkistanlılar’ın gücünü ve geleceğini Türkîleşmekten aramak gerekmektedir. Çünkü bu rahimsiz rekabet dünyasında güçlü olmayan uluslar, eninde sonunda yok olmaya mahkum ulustur. Geçmişte ulusların kaderini nüfusu, kaba kuvvet üstünlüğü belirlemişse, çağımızda ulusların kaderini medeniyet seviyesi ve iktisadî gücü belirlemektedir. Dünyamız yine eskisi gibi rahimsiz savaş alanı olmaya devam edecektir. Fakat bu savaşın eski savaşlara
oranla kanun ve silahları farklıdır. Bu kanun rekabet-yarış kanunudur; bu silah bilim-medeniyet silahıdır.
Doğa kanunları nasılsa, toplum kanunları da öyledir. Doğa koynunda yaşam mücadelesi verirken, yenilen türler nasıl yok olup gitmişse, toplum koynunda da yenilen uluslar da öyle yok olup gitmeye mahkumdur. Zamanımızda ulusların yaşam gücünü, o ulusun medeniyet seviyesi ve iktisadî gücü belirlemekte. Bugünkü Amerika dolarıyla İngiliz dilinin üstünlüğü, İngiliz ulusuna dünya egemenliğinde haklılık kazandırmaktadır. Bu sebeple ulusumuz İngilizlerin seçtiği yolu seçmelidir. Bu yol, fikri hür, vicdanı temiz insanların açtığı yol; bu yol uzak denemelerden başarıyla geçen, iyiliği dünya çapında kanıtlanmış özgürlük ve demokrasi yoludur.


İklil KURBAN


Geri dön