01.03.2014 [22:05] - Gündəm, Türk dünyası-Turan, Türkün şanlı tarixi
Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan Ural Dağları ve Ural (Yayık) Nehri Başkurt Türklerinin ana yurdudur. Çok köklü bir tarihi geçmişi olan Başkurtların sayısı diğer Türk boylarına göre daha azdır. Dünya’da toplam 2 milyon civarında Başkurt Türkü olduğu bilinmektedir. Sayılarının az olmasına karşın geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olan Başkurt Türkleri geçmişlerini yaşatmakta kararlıdırlar. Bugün Rusya Federasyonu’na bağlı olan Başkurdistan’ın yüzölçümü 143 600 kilometre kare olup, toplam nüfusu 4 140 336 civarındadır. Başkurdistan nüfusunun etnik dağılımı şöyledir: %29,8 Başkurt, %36,3 Rus, % 24,1 Tatar, %2,8 Çuvaş, %2,6 Mari, %1,3 Ukraynalı, %0,6 Moldovalı, %0,5 Udmurt’tur. Rakamlardan da görüldüğü gibi, Başkurdistan’da Ruslar çoğunluktadır.
Yazılı Kaynaklarda Başkurt Türkleri
Ural bölgesi ve Başkurt Türkleri denince ilk akla gelen isim ünlü tarihçi, Türkolog ve devlet adamı Zeki Velidi Togan’dır (1890–1970). Türkiye’de ve dünyada Başkurt tarihinin ve genel olarak Başkurtların tanınması Togan sayesinde olmuştur dersek hiç de yanlış olmaz. Zeki Velidi tüm ömrünü milletine adayan nadir insanlardan birisidir ki, hayatının büyük bir vatanından ve milletinden uzaklarda geçirmişse de Başkurt milleti için hizmet etmiş, Başkurtlarla ilgili birçok eser yazarak Başkurt Türklerinin yurt dışındaki sesi olmuştur. “Hatıralar” başta olmak üzere 2003 yılında Türksoy tarafından yayımlanan “Başkurtların Tarihi” gibi eserlerinde, sayısız makalelerinde Başkurt Türklerinin dil, tarih, edebiyatı ve kültürü ile ilgili geniş bilgiler sunarak, milletine dair hiçbir ayrıntıyı es geçmemiştir.
Bir milletin adı olan Başkurt kelimesi, baş ve kurt sözcüklerinden oluşan bir birleşik kelimedir. Halk arasında dolaşan bir rivayete göre, Başkurtlara İslam dinini öğretmek için gelen insana bir kurt yol göstermiştir. Bundan dolayı, başı kurt, yani önderleri kurt diye adlandırılmıştır. Eski Yunan, Arap, Çin vs. kaynaklarında sıkça Başkurt kelimesine rastlamak mümkündür. Başkurt kelimesi yazılı kaynaklarda ilk kez II. yüzyılda ünlü Yunan astronomu, matematikçi ve coğrafyacı Klaudios Ptolemaios (MS 108–168) tarafından kaleme alınmıştır. Başkurt, Vaşgirt şeklinde batı kaynaklarında ve İran destanlarında da bulunmaktadır. Konuyla ilgili Togan şunları yazmıştır: “İran destanlarında ve batı kaynaklarında bilinen Vaşgirt, Tirmiz yanındaki Başkurt dağı ve Pamir’in Çıtral tarafındaki Başkurt gibi coğrafi isimler, eski Bulgarlar gibi Başkurtların da en eski çağlarda, Türkistan’ın güneybatı taraflarında yaşamış olduklarına delâlet edebilir. Efsanelerde görülen Gürksar yani “kurt baş” kelimesi “Başkurt” kelimesinin “kurtbaş”dan geldiğine dair halk etimolojilerinin ve faraziyelerinin eski bir şekli olabilir.” (Togan 2003:3). Bir Türk destanı olan Oğuzname veya Oğuz Destanı’nda da Başkurtlardan söz edilmiştir: “Türk rivayetlerinin en eskisi olan Oğuz destanında Başkurtlar, Edil havzasına yakın ve Bulgarlara sınırdaş bir dağlık ülkede yaşayan, kuvvetli ve şekavetle tanınmış (cebbar ve ayyar), kibir ve nuhveti dolayısıyla hiçbir cihangire baş eğmeyen bir kavim sıfatıyla zikrediliyorlar.” (Togan 2003:3).
Ünlü Başkurt tarihçi Zeki Velidi Togan, Başkurtların ortaya çıkışı, tarihi ile ilgili yaptığı araştırmalarının sonucunu şu şekilde kaleme almıştır: “Eski Başkurtlara ait en şayanı kayıtlar Çin kaynaklarında görülmektedir. Fakat bu kayıtlar Çinliler tarafından kavim isimleri olarak zikredilen bazı isimlerin “Başkurt” ismine benzetilmesinden başka bir şey değildir… Kavim isminin Türkçe aslı Töles yahut Tölös’tür, ki bu isimler Orhun kitabelerinde de zikredilir. Demek Başkurtlar Göktürk zamanında Tölös kabilesine dahil bir Türk kabilesiydi ve bunlar Hunların halefi sayılıyordu. Tölösler ise Altay-Irtış taraflarında yaşayan Kıpçak kavimlerinden ibarettir. Kıpçakların da milâdın ilk yarısında Güney Türkistan’da yaşadıklarını gösteren deliller vardır. Sonra bu kavimler Hunlar devrinde Doğu Avrupa’ya dağılmışlardır… Türk Başkurtların birleşmesinden önce Ural taraflarında bazı İran Sarmat kavimlerinin yaşamış olduğu, coğrafi isimlerinden anlaşılmaktadır. Başkurtların Kıpçak grubuna dahil bir kabile olarak görülmesi diğer tarihi kayıtlara da uygundur.” (Togan 2003:4).
Başkurtların günümüzde yaşadığı topraklarında bulunan Araplar, Başkurtlarla ilgili bilgilerini paylaşmıştır. Zeki Velidi Toğan “Başkurtların Tarihi” adlı kitabının ‘İslam Membalarına Göre Başkurtlar” başlıklı kısmında şunları yazmıştır: “İstakhrî, Başkurtları “Oğuzların sonunda” yani Aral-Hazar arasında yaşayan Oğuzların kuzey tarafında, onlara bitişik olarak yaşayan ve kimseyi yanlarına sokmamak için müsait yerlerde Bulgarlara tâbi olarak yaşayan ve sayıları (yani askerleri) 2000’i geçmeyen bir kavim olarak tarif eder. Al-Birunî de Başkurtların yaşadığı ülkeyi “Başkurt Dağları” (Cibâl-i Başkhırt) diye adlandırır ve bu kavmin, İbn Fadlân’da olduğu gibi Yayık Peçeneklerine komşu olmak üzere Edil, Bulgar ve Suvarların doğusunda yaşadığını zikreder. Bu dağların ismi olan “Ural” kelimesine 13. asırda Çinggizlilerden Şıbanoğulları ulusunun sınırlarının tarifinde, Ebülgazi Han tarihinde ve Nogay destanlarında rastlanıyor.” (Togan 2003:4–5). Başkurtlar ile ilgili ayrıntılı bilgiler, Halife el-Muktedir’in 921 yılında Bağdat’tan İdil boyundaki Bulgar hükümdarlarına gönderildiği elçilik heyetinde yer alan ve gezide kâtiplik görevini üstlenen İbni Fadlan’ın (Ahmed bin Fadlan el-Abbas) eserinde de bulunmaktadır. Fadlan’ın seyahatnamesinin Başkurtlarla ilgili kısmına değinen Zeki Velidi Togan: “Ural dağlarında yaşayan Başkurtlar, güneyde Mogacar dağlarında Oğuzlarla, Yayık’ta Peçeneklerle ve batıda Sokh ile Çerimşen arasında, yani şimdiki Samara vilayetinde yaşayan Başkurtların yanında duraklamış ve İbni Fadlân da orada bu kavmin adet ve akidelerine dair meşhur notlarını tutmuştur. O’na göre o zamanda Başkurtlar halis Şamanî olmuşlardır müellifin kaydettiği akidelere gelince, bunlar zamanımıza kadar yaşayan itikat şekillerine ve genel olarak Şamanî Türklerin âdet ve akidelerine uymaktadır… İbni Fadlân’a göre Başkurtlar “Türk kabileleri arasında en şerir, en güçlü, insan öldürmeyi hiçe saymakta en ileri gideni” olduğu için sefaret heyeti bunlardan çok korkmuştur. İbni Fadlân’a göre bunlar sakallarını tıraş ediyorlardı. İbni Fadlân, bir de bazı göçebelerde ve bazı Başkurtlarda görülen bir âdeti yani gömlek ile donların kat yerlerindeki bitleri, dişleriyle çiğneyerek öldürmelerini “bit yeme” âdeti olarak anlatmıştır. Başkurtlar Şamanî oldukları halde aralarından birisi İslamiyet’i kabul etmiş olmalıdır ki, o sefaret heyetinin hizmetinde bulunmuştur.”demiştir. (Togan 2003:6). Gezi sırasında bölge halkının bazı gelenekleri Fadlan’ın dikkatini çekmiştir: “Hepsi kalpak giyerler. Hükümdar ata, at bakıcısı olmadan tek başına biner. Gezerken yanında muhafız bulundurmaz. Sokaklardan ve çarşıdan geçerken herkes ayağa kalkar. Kalpaklarını çıkarıp koltuklarının altına alırlar. Hükümdar geçince tekrar başlarına giyerler… Kadınlar ve erkekler hep beraber nehre girip çırılçıplak yıkanırlar. Birbirinden kaçmazlar. Bununla beraber, herhangi bir şekilde zina etmezler. Zina onlara göre en büyük suçlardandır.” (Kurban 1998: 52). Ayrıca Arap kaynaklarında, “İç Başkurtlar” ve “Dış Başkurtlar” tabiri de kullanılmıştır. İstakhrî, Bulgar şehrinden “İç Başkurtlara” kadar 25 günlük mesafe olduğunu yazmış, fakat “Dış Başkurtlar”dan söz etmemiştir. 1135 yılında İdil boyu Bulgarlarını ziyaret eden Abu Hamid al-Andalusî Başkurtları ziyaret ettiğinden bahsetmiştir.
Sicilya’nın Norman kralı II.Ruggeoro’nun hizmetinde bulunan Arap coğrafyacı İdrisî (Ebu Abdullah Muhammed bin el-İdrisî) (Septe, Fas, 1100 – Sicilya 1165), dünyanın ayrıntılı tasvirine ağırlık verdiği “Kitabü’n-Nüzheti’l-Müştak fi İhtiraki’l-Âfâk” başlıklı esrinin dışında bir dünya haritası ve dünyayı yedi iklim kuşağına bölen bir iklim haritası hazırlamıştır. İdrisî eserinde Başkurtlardan da söz etmiştir. Konuyla ilgili Togan şu tespitlerde bulunmuştur: “Coğrafyacı İdrisî eserinin beşinci, altıncı ve yedinci “cüz”lerinde Başkurtlar hakkında daha kimse tarafından layıkıyla tahlil edilmemiş olan oldukça mufassal malumat vermiştir. Beşinci iklimin 7.cüzünde Edil nehrinin doğu kolunun (yani Ak-Edil’in) “Başkurt nahiyesi”nden güçlenerek aktıktan sonra Peçeneklerle Bulgarların arasından geçtiğini; Beşinci iklim 8.cüzde “İç Başkurtlar” (al-Başcırt al-dâkhila) ile Oğuzların ülkesini yüksek ve ormanlık Marğar dağının ayırdığını söyler. Altıncı iklimin 7.cüzünde İdrisî “Dış Başkurtlar” (al-Başcırt al-khârica) ülkesini tasvir ediyor. Ona göre Başkurt ülkesi gayri meskûn bozkır ve çöllerden ibarettir. Kasabaları ve ahalisi pek az, yolları geçit vermez; İç Başkurdistan’da dağlık yerden çıkan Suqan (galiba Yayık) nehrinden 8 merhale doğuda (demek ki Yayık nehrinin başlarında) küçük Nemcan kalesi vardır, bu bölgeyi hüsnü suratıyla tanınmış bir sülale, nesilden nesle idare eder. Bu şehrin 8 merhale doğusunda Arcıqa (herhalde İrendik) dağı bulunur. Burada bakır maden ocakları vardır ki 1000’den fazla insan çalışır. Bu madenden çıkarılan bakır Khorezm ve Şaş (Taşkent) ülkelerine ihraç olunur. Buradan elde edilen tilki ve kunduz derileri de Hazar denizi sahillerine ve Deylem taraflarına gönderilir. Bu ülkenin dağlarından ve nehirlerinden pek çok kıymetli taşlar çıkarılır.” (Togan 2003:7). İdrisî’nin tasvirlerinden Başkurtların kalelerinin, şehirlerinin bulunduğunu, maden ocakları işlettiklerini söylemek mümkündür, oysa diğer gezginlerde bu gibi bilgilere rastlanmadığını Togan şöyle dile getirmiştir: “Arap müelliflerinden İbni Fadlân ve İstakhri gibi, 13.yüzyılda Fransa kralı tarafından Moğolistan’a gönderilmiş olan Rubruk da, Başkurtların şehir ve kasabaları olduğundan bahsetmez. Rubruk, Başkurtların göçebe bir kavim olduğunu beyan eder; fakat İbni Fadlân gibi Rubruk da, Step Başkurtları ülkesinden geçmiştir. İdrisî Başkurt ülkesinde zikredilen şehir ve kasabalar ile maden işletme sahalarının dağlık mıntıkalarda olduğunu kaydediyor. Buralarda, bu gibi sanayi ve pazaryerlerinin bulunmuş olması pek muhtemeldir.” (Togan 2003:8).
Avrupa’dan Büyük Moğol Devleti’ne gönderilen elçilerin yolu Ural bölgesinden geçmiş olduğundan seyahatnamelerinde Başkurt Türklerinden söz edilmiştir. Örneğin, 1243 yılında Ural’ın güneyinden geçen Venedikli gezgin Johann de Plano Carpini (1182- 1252), Başkurtlardan “Bascart” ismiyle bahsetmiştir. Fransa kralı IX. Louis’in (1214–1270) elçisi olan Rubruk (William of Rubruck) (1220–1293) 1253–1255 yılları arasında yaptığı Moğolistan gezisini “Doğu Ülkelerine Seyahat” adlı kitaba toplamış ve Başkurtları “Bascatur” olarak kaleme almıştır.
Başkurtların menşei, dili ile ilgili birçok araştırma bulunmaktadır. Türkçe öğrenme ihtiyacından ortaya çıkan ve XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan ve bugün de güncelliğini ve değerini kaybetmeyen “Divanü Lûgat-İt-Türk”te Başkurtlardan da söz edilmiştir. Kaşgarlı, ‘Türk Ulusunun Boyları Hakkında Söz’ başlığı altında Başkurt kelimesini “Başgırt” şeklinde kaleme almış ve şunları yazmıştır: “Türkler aslında yirmi boydur. Bunların hepsi – Tanrı kutsal kılası – Yalavaç Nuh oğlu Yafes, Yafes oğlu Türk’e dek uzanır… Bizans –Rum – ülkesine en yakın olan boy “Beçenek”dir; sonra “kıfçak”, “Oğuz = Uğuz”, “Yemek”, “Başgırt”, “Basmıl”, “kay”, “Yabaku”, “Tatar”, “Kırkız = Kırgız” gelir.” (Kaşgarlı 1985: 28). Mahmud Kaşgarlı Başkurtların dili konusunda şöyle demiştir: “Kırkıs, Kıfçak, Oğuz, Toxsı, Yağma, Çigil, Uğrak, Çaruk boylarının öztürkçe olarak yalnız bir dilleri vardır. Yemeklerle Başgırtların dilleri bunlara yakındır.” (Kaşgarlı 1985: 30). Tarihçi ve Türkolog Zeki Velidi Togan, Başkurtların dilinden söz ederken Başkurt Türklerinin çok eskiden beri Türkçe konuştuklarına dair şunları yazmıştır: “Başkurtların miladi 7.yüzyılda artık T’ieh-le, Tölös zümresine dahil Türk kabilesi sayılmasıyla birlikte, Başkurtların Türklerin Kıpçak ve Qun zümresine dahil bir kabile olduğu ve binanaleyh Türkçe konuştukları muhakkaktır.” (Togan 2003: 9).
Başkurt Türklerinin Mitolojisi ve Halk Edebiyatı.
Başkurt Türklerinin çok eskilere dayanan uzun tarihi geçmişi yalnız yazılı kaynaklarda değil edebiyata da yansımıştır. Yaşanmışlığı ve tecrübeleri içeren atasözleri ve değimler, tarihi olaylara dayanan destanlar, dini inançlardan ileri gelen rivayetler Başkurt halk edebiyatında yerini bulmuştur. Yılların birikimi olan Başkurt halk edebiyatı çeşitli tarihlerde derlenip yayımlanmıştır. Fakat bu alanda en büyük atılım 1990’lı yıllarda olmuştur. 1995 yılında “Başkurt Halk Edebiyatı” külliyat halinde yayımlanmaya başlamıştır. 36 cilt olarak planlanan ve 1996 yılında birinci cildi yayımlanan bu külliyatın 2014 yılı başları itibarıyla 13 cildi basılmıştır . Ayrıca 2009–2013 yılları arasında Başkurdistan Bilimler Akademisi ve Dil, Tarih, Edebiyat Enstitüsü’nün ortak çalışması sonucu 7 ciltlik “Başkurt Tarihi”nin yayımlandığını da belirtmek gerekir. Başkurt aydınlarının tüm bu geçmişi geleceğe taşıma çabaları şanlı tarihlerine ve zengin kültürlerine ne denli bağlı olduğunu göstermektedir.
Başkurt Türklerinin dini geleneğe özgü inançları, uygulamaları veya doğa olaylarını açıklamak amacıyla, görünüşte gerçekten yaşanmış olayları aktaran, çoğunlukla kökeni bilinmeyen ve bir ölçüde geleneğe dayanan efsaneler kuşaktan kuşağa geçerek günümüze kadar gelmiştir. Başkurt mitolojisi oldukça zengin ve çeşitlidir. Başkurtlar eski dönemlerde Mecusi, Şaman, daha sonra İslam dinini kabul etmişlerdir. Başkurt Türklerinin hayatında tüm bu dinlerin etkisi XX. yüzyıl başlarına dek kendini gösterdiğini Rudenko şöyle dile getirmiştir: “Daha 20.yüzyıl başlarında da, Başkurtların dünya görüşünde eski düşünceler ve bu düşüncelere bağlı olan inançlar yaşamıştır. Başkurtların dünya görüşü incelenirken, farklı zamanlarda ayı, kartal, gulyabani ve gökcisimlerine tapınmalarından, tabiatın ruhunun var olduğunu sandığı ve onunla bağlı olan animizm düşüncelerinden başlayarak Şaman dini kalıntılarına kadar kat be kat inanç ve düşünce silsilesi görülmektedir. Yüzlerce yıllık İslam yayılımı Başkurt eğitiminin sadece dış, ayin yönünü değiştirmiştir; onların eski dünya görüşünde ve inançlarında esaslı değişim olmamıştır.” (Rudenko 2001: 398). Ünlü arkeolog, antropolog, etnograf Sergey İvanoviç Rudenko (1885–1969) Başkurt Türkleri üzerinde detaylı çalışmalar yapmış, onları yerinde incelemiş ve Başkurtların etnografik monografisini kaleme almıştır. Rudenko konuyla ilgili şunları yazmıştır: “Ben kendime Başkurtların etnografik monografisini yazmayı amaç edindikten sonra, 1905’ten başlayarak malzeme topladım ve 1908’de araştırmalarımı bitirdim. 1908–1909 yılları arasında Başkurt folkloru üzerine ilk eserim yayınlandı. 1916’da Başkurtların fizik tipleri hakkındaki monografinin ilk kısmı, 1925’te Başkurtların yaşamına özgü ikinci kısmı basıldı.” (Rudenko 2001: VIII). Rudenko, “Başkurtlar” başlıklı kitabının ‘Sanat ve Folklor’ bölümünde halk edebiyatına, ‘İslam’a Kadar Olan Dini Düşüncelerin Kalıntıları’ bölümünde Başkurt mitolojisine geniş yer vermiştir. Rudenko, Başkurt Türklerinin inançlarının akidelerinden söz ederken Bağdat halifesinin elçisi İbni Fadlan’ın fikirleri üzerinde durmuştur. Fadlan Başkurtların ilâhları ile ilgili şunları yazmıştır: “Onların bazıları 12 ilâh hakkında, kışın, yazın, yağmurun, yelin, ağaların, insanların, atların, suyun, gecenin, gündüzün, ecelin, toprağın ilâhı olduğunu söylüyorlar; gökteki ilâhın onların en büyüğü, fakat o diğer ilâhlarla fikir birliğinde ve onların her biri arkadaşının yaptığını takdir ediyor… Bir grubun yılanlara tapındığını; ikinci grubun balıklara, üçüncü grubun turnalara tapındığını gördük, onların bir zamanlar düşmanları oldukları bir halkla savaştıklarını, düşmanların onları (Başkurtları) bozguna uğrattıklarını ve turnaların düşmanların arkasından bağırıp onları (düşmanları) korkuttuğunu ve Başkurtları bozguna uğrattıktan sonra düşmanların kendilerinin bozguna uğradıklarını, bunun için onların (Başkurtların) turnaya tapındıklarını anlattılar ve ‘bu turnalar bizim ilâhımız, çünkü onlar bizim düşmanlarımızı bozguna uğrattılar’ diyorlar ve bunun için onlara tapınıyorlar (bugün de).” (Rudenko 2001: 374). İbni Fadlan’ın seyahati sırasında tuttuğu notlarına dair Zeki Velidi Togan şunları şerh etmiştir: “Fadlân’a göre o zaman Başkurtlar halis Şamanî olmuşlardır. Müellifin kaydettiği akidelere gelince, bunlar zamanımıza kadar yaşayan itikat şekillerine ve genel olarak Şamanî Türklerin âdet ve akidelerine uymaktadır… Fadlan, Başkurtların ongunları olan hayvan ve kuşları saymıştır ki bunlar Başkurt şecerelerinde mezkûrdur. İbn Fâdlan bunları on iki ilâh olarak gösteriyor; bu sayı Başkurt boylarını on iki bavlı (boylu) diye ifade edilmesiyle mutabıktır. Bunlardan Bürcen kabilesinin ongunu olarak şecerelerde malum olan turna da İbn Fâdlan tarafından bir ilâh olarak zikredilmiştir.” (Togan 2003:6).
Başkurt Türklerinin eski kozmogonik (evrenin doğumuyla ilgili) düşünceleri pek fazla bilinmemesi ile birlikte, gökyüzü ve doğa olayları ile ilgili efsaneler günümüze kadar ulaşmıştır. Başkurtlar, Ay ve Güneş’i insan şeklindeki bir yaratık olarak algılamıştır. Başkurt masallarında Güneş güzel bir kız, Ay ise erkektir. ‘Kırmızı su kızı’ olarak tasvir edilen Güneş: “denizden çıkarken, onun birkaç sajen (1 sajen 2,13 metredir) uzunluğundaki beyaz saçları su üstünde yüzermiş; o elleriyle yıldızları alarak beyaz saçlarını toplarmış. Güçlü bahadırlar, denizden çıkan bu su kızını görünce onun güzelliğine hayran olurmuş ve su kızı denize inerken bahadırlar onun uzun saçlarına sarılarak onunla beraber su hanlığına inerlermiş; burada babası su kızını başlık parası almadan bir bahadırla evlendirmiş. Damat karayı özlediğinde su kızının babası onlara izin verip, su hayvanlarını hediye etmişmiş.” (Rudenko 2001: 375–376). Güneşin doğuşunu ve batışını gözlemleyen Başkurt Türkleri onu kırmızı su kızı olarak algılamış, ufuk çizgisini de deniz olarak hayal etmiştir. Erkek cinsinden bir yaratık sayılan Ay da Başkurt Halk Edebiyatı’nda yerini almıştır. Bir efsaneye göre: “Su almaya giden bir Başkurt kızı, sanki gülümsüyormuş gibi gökten neşeyle bakan güzel ve sevimli Ay’a hayran hayran bakakalmışmış. Kız Ay’a bakarak: Eğer benim de Ay gibi bu kadar yakışıklı kocam olsaydı, ben ona mutlaka büyük bir bahadır doğururdum, diye söylenmiş. Ay bu genç kızı kendine eş olarak almış, böylece bu kız şimdi orada (Ay’da) saka sırığı ve kovalarıyla duruyormuş” (Rudenko 2001: 376). Başkurt Türklerinin eski düşüncelerine göre, gezegen ve yıldızlar gökyüzüne demir zincirlerle bağlı olarak asılı duruyormuş. Yıldız ve takımyıldızlarının hepsini farklı isimlerle adlandırmış Başkurt Türkleri. Örneğin, Samanyolu’nu Başkurtlar “Kuş Yolu” veya “Kaz Yolu” diye adlandırmıştır. Bunun nedeni, Başkurtların düşüncelerine göre kuşlar (veya yabani kazlar) mevsimlik göçleri sırasında bu yıldız yolunu kılavuz edinerek hareket ederlermiş.
Başkurt Türkleri, gök gürültüsü, yıldırım gibi doğa olaylarını da inançları doğrultusunda açıklamaya çalışmışlardır. Onlara göre gök gürültüsü ve yıldırım Tanrı’nın isteğiyle meydana gelen bir olaydır. Başkurtlar, Tanrı’nın meleği şeytanı cezalandırmak için gönderdiğini düşünerek, bu doğa olayının meleğin şeytanla çarpışması sonucu ortaya çıktığına inanmışlar. Tanrı, insanları baştan çıkaran, onlara kötülük yapıp zarar veren şeytanı kovmak için meleği göndermiştir. Melek, şeytanı takip etmiş ve onu kamçılamıştır. Meleğin kamçısının ucunda ateşli taşlar olmuş, kamçı ile vurunca bu taşlar kamçıdan koparak ve şeytana vurarak yıldırım çıkarırmış. Şeytan yıldırımdan saklanmak için insanların evine girer ve işte o zaman yıldırım eve düşermiş. Yıldırım düşmesi sonucu yanmaya başlayan evi Başkurtlar su ile söndürmeyi günah saymış ve yoğurt ile söndürürlermiş. Bu nedenle Başkurtlar gök gürlerken şeytan eve girmesin diye pencere, kapı ve bacalarını iyice kapatırlarmış. Bazen şeytan yağmurlu havalarda çocuk kılığına girip evin kapısına gelip ağlayarak eve almaları için ev sahibine yalvarırmış. Bunun dışında hortum ve diğer hava olaylarıyla ilgili Başkurt Türklerinin daha ilginç ve daha özgün düşünceleri bulunmaktadır. Onlar, hortumu ejder saymıştır. Başkurtlar genelde yılanı zararlı, tehlikeli ve olağanüstü bir yaratık olarak görmüşlerdir. “İ.İ.Lepexin bu konuda şöyle yazmıştır: ‘Eğer Başkurt bir yılanı öldürmüşse, o ne kadar acele edip, nereye gidecekse de, attan inmeden yılanın başını sopayla toprağa gömmeye çalışmıştır.’ Yılanın tekrar dirilmememsi için yılanın başının toprağa gömülmesi gerekirmiş. Çünkü Başkurt düşüncelerine göre, öldürülen yılanın yanına arkadaşları gelip, bir otun kökünü onun yaralarına koyup diriltirmiş.” (Rudenko 2001: 377). Ayrıca Başkurtlar at teri kokusu sinen kamçının yılanın öldürülmesinde etkili olduğunu düşünmüşlerdir. “İ.İ.Lepexin’in örnek olarak sunduğu bir Başkurt efsanesine göre, bir Başkurt yılan dağında (Ural’da Yılan Dağı) yaşayan büyük bir yılanı, ancak at teriyle ıslatılan kılıcıyla öldürebilmiştir.” (Rudenko 2001: 378). Eski Başkurt inançlarına göre, yılan 100 yaşına geldiğinde ejderhaya dönüşürmüş. Rivayetlerde ejderha onlarca sajen uzunluğunda olan ve göllerde, bazen kuyularda barınan bir yılan olarak betimlenmektedir. Ejderha, göle su içmek için gelen hayvanları, bilhassa kuzuları yermiş. Ejderha 500–1000 yaşına geldiğinde Yuxa’ya (Yuha) dönüşürmüş. Yuxa, genç kızları yermiş; bir de Yuxa kılıktan kılığa girermiş, o kâh insan, kâh hayvan oluverirmiş. Başkurt rivayetlerine göre, Tanrı ejderhanın Yuxa’ya dönüşmesine izin vermezmiş, ejder Yuxa yaşına gelmeden bulutlar tarafından alıp Kuzey Buz Denizi’nin ötesindeki Kafdağı’na götürürmüş. Konuyla ilgili birçok hikâyenin bulunduğunu söylemek mümkündür. Örneğin, “Hava açık olduğu halde gök gürültüsü ve şimşek çakarak küçük bir bulut göle yanaşmış; bulutun dokunmasıyla göl suyu köpürmeye başlamış; gölden kımız kasesine benzer büyük gözleri yuvasından fırlayan korkunç bir ejder başı çıkmış; ejderin başını kucağına alan bulut yükselince ejderin gövdesi de su yüzüne çıkmış, görünüşe göre ejderin gövdesi parlağa çalan benekliymiş; nihayet yaba gibi kuyruğu da sudan çıkarılıp uzaklara götürülmüşmüş. Ejder uzanmaya, eğrilmeye, her yöne kuyruğunu sallamaya başlamış, yerde sürünmüş kuyruğu sapan izi şeklinde iz bırakıyormuş. Ejder kâh inilti, kâh ıslık çalarak, kâh kuyruğunu yumak yapıp, kâh kendini öfkeyle iki yana vurarak var gücüyle kurtulmaya çalışmış; fakat bir doğaüstü kuvvet ejderin başını tüm kıskaçlardan daha sağlam tutmuş ki, ejder başını kımıldatmaya bile olanak bulamamışmış. Böylece kurtulamayan ejder yavaş yavaş uzaklaşırken, güneş ışığı altında onun gövdesi daha da kırmızı, açık altın sarısı rengini alırmış.” (Rudenko 2001: 378–379). Başkurt Türklerinde yılan, ejder ile ilgili hikâye, rivayetlere sık rastlanmasının nedeni Ural bölgesinin yüksek dağlar ve gür ormanlarla örtülü doğasındandır. Bölgeyi yılanların mesken edinmesinden ileri gelen Ural’daki “Yılan Dağı”nın adı bunun bir örneğidir. Soğuk ve sevimsiz olan yılanlar insanları ürkütmüş ki, yılanlar efsanelere konu olmuştur. Ayrıca halk arasında yılanlarla ilgili atasözleri ve deyimler de oldukça yaygındır. Örneğin, hain, sevimsiz ve soğuk olan kimselere “yılan gibi” benzetmesi kullanılır. Yılan ve ejderler hikâyelerde de insanlara kötülük yapan bir yaratık olarak tasvir edilmiştir. Hikâyelere konu olan yılanlar kılık değiştirme özelliğine sahiptir. Bu rivayetlerden birisi de Han’la evlenen bir ejderha ile ilgilidir: “Bir han, kendine göl kıyısında rastladığı bir güzel kızla evlenmiş, sonra bu kızın ejderha olduğu ortaya çıkmışmış. Han avda ve diğer bütün işlerindeki başarılarını kaybetmiş. O kendi eşini sınamak için, yakınlarının tavsiyesiyle eşine tuzlu et yedirip su vermemiş, gece yarısı hanın eşi kuyruğunu hanın göğsünde bırakıp, başını hanın evinden 150 metre uzaklıkta olan göle uzatmış, gölden su içmiş. Böylece eşinin ejderha olduğunu öğrenen han, eşini demir bir evde yakmış, ejderhanın külleri hala göz hastalıklarında şifalı ilaç olarak kullanılıyormuş. Diğer hikâyeye göre, çok güzel bir kız kılığına giren yuxa, han ile evlenmiş, fakat göbeğinin bulunmayışından onun yuxa olduğunu öğrenen han, onu yakmıştır.” (Rudenko 2001: 379).
Başkurt Türkleri, eski zamanlarda gökcisimleri ve doğa olayları dışında var olan her şeyin canlı olduğunu sanmışlardır. İbni Fadlan’ın da yazdığı gibi Başkurtlar her şeyin kendi ilâhı olduğuna inanmışlardır. Dağ ilâhı, mağara ilâhı, ev ilâhı, orman ilâhı, su ilâhı bunlardan bazılarıdır. Bununla ilgili Başkurtlar bazı dağ ve mağaraları kutsal saymışlardır. S.İ.Rudenko, Güney Ural’daki Masim Dağ’ında (Masim Tau) dağ tepesine çıkan insanlara rastladığını ve bu insanların “dağ ilâhı”na bağışlanan hayratları gördüğünü yazmış ve sözlerine şöyle devam etmiştir: “Hayratlar çoğu zaman ya bakır paralar, kadın göğüslüklerindeki kalay ve gümüş süsler veya son olarak ağaca, kayalar arasına sokulan değneğe bağlanmış kumaş parçalarıydı (séprek). Göç yelerinin yanı başında bulunan Kırktı sıradağları, Ural sıradağlarının tepesinde ben, baştan başa kumaş parçası bağlanıp örtünmüş fidanlara rastladım. Diğer uruk ve köye kocaya varan kadınlardan biri göç yerlerine konuk olarak geldiğinde veya yeni evli kadını uğurlarken, göç yerine en yakın olan dağın-ormanın açık yerinde oyunlar, danslar yapılmıştır. Giderken onlar fidana (akağaç fidanına) kumaş parçası bağlamışlar. Onların söylediklerine göre, genç kızlar kumaşı fal açma gerekçesiyle bağlamışlar; eğer kumaş parçası gelecek yaza kadar asılı kalacaksa, o kız gelecek yıl evlenecekmiş. Kadınlar ise sadece anne baba dağını ziyaret hatırası için kumaş parçası bağlamışlardır. Bu bez parçalarının bağlanması ve yukarıda görülen hayratlar dağa tapmanın kalıntıları denilebilir. Dağın ruhuna yani onun ilâhına saygı gösterilmiş, nezirler yerine getirilmiştir. Aksi halde dağ ruhu intikam alacakmış.” (Rudenko 2001: 380). Söz konusu olan ağaçlara bez parçası bağlama yalnız Başkurt Türklerine özgü değildir, diğer Türk boylarında da mevcuttur. Bu tür dilek ağaçlarını günümüzde de görmek mümkündür.
Başkurt Türkleri, şeytanların çocuklarını çaldığına inanmışlardır. Şeytanlar, çocuğun yerine öcü koyarlarmış. Şeytanlara karşı tedbir olarak Başkurtlar beşiğin başucuna çocuğun yünle yuvarlanmış oğulcuk saçlarını, ayı dişini veya ayı tırnağını, deri veya kumaşa dikilmiş Kuran’dan ayetler ve dualar yazılı muska (bétéü) takmışlardır. Başkurt Türkleri, hastalıkların canlı bir yaratık olduğuna inanmışlardır. Hastalık, bazen insan, bazen hayvan, bazen kuş kılığında olurmuş. Örneğin, “Kuzey batı Başkurtlarının hikâyelerinde, sıtma hastalığını başında vaşak şapkalı insan kılığında; genelde hastalıkları hayvan kılığında, çoğu zaman saksağan kılığında algılamışlardır. Bazı hastalıklar insanın içine yerleşirmiş.” (Rudenko 2001: 390–391). Başkurt Türklerinin hastalıkları tedavi yöntemleri de oldukça değişik ve ilginçtir. Hastalıklardan korunmak ve kurtulmak amacıyla Başkurtlar, çocuklarının boynuna beşiklerde olduğu gibi muska, ayı tırnağı ve ayı dişi takmışlardır. Başkurtlarda, hastalığı gönderen şeytanın veya insan kılığına giren hastalığın merhametine dayanan tedavi yöntemleri de oldukça yaygındır. Hastaları otçu, üfürükçüler tedavi etmiştir. Otçular, hastalığın bulaştığı yeri tespit edip hastalığa yarma, et veya yemek götürüp bırakmışlardır. Şeytanı öfkelendirmekten, hastalığı kendine bulaştırmaktan korktuklarından yemek dolusu çanaklara kimse dokunmamıştır. Rudenko, hastalık ile ilgili araştırmalarından birisi de şöyledir: “Küçük 4–5 yaşındaki çocuğun, kırdan veya ormandan evine ağlaya ağlaya koşarak geldiği, sonra ise hastalandığı görülmüştür. İşte o zaman çocuğun annesi çocuğun gömleğini çıkartmış ve bu gömleği ‘onu bırak, onunla oynama’ diyerek çocuğun etrafında birkaç kez gezdirmiş, sonra bu gömleği bir yol kavşağına bırakmıştır. Hastalığın kendine bulaşması korkusuyla böyle gömleğe kimse dokunmamıştır,” (Rudenko 2001: 392). Başkurt Türklerine göre, hastalık pisliğin atıldığı “kötü” yerde yaşarmış. Üfürükçüler, hastayı tedavi etmek için hastalığın barındığı yere yumurta, iğne, giysi bırakmış ve kimseyle konuşmadan başka bir yolla dönmüştür. Sıtma hastalığı Başkurtlar tarafından bir yaratık olarak algılanmış ve bu hastalığın tedavisi de farklı olmuştur: “Hasta aç kalarak veya birkaç gün bir şey yemeden, içinde lapa veya herhangi bir yiyecek bulunan çanağı alıp kıra veya nehrin ötesine gitmiş; burada sıtma hastalığı yesin diye, çanağın ağzını açıp bırakmış, hasta doğru evine kaçmış. Sıtmaya tekrar yakalanmamak ve izini kaybettirmek için hasta ırmağı yürüyerek geçmiş. Eğer hasta nehri geçit yerinden, köprüden geçmişse, sıtma yeniden kendisini bulmasın diye, herhangi bir yere koşmuş ve üç gün kendi evine dönmemiş. Yer yer sıtmayı ürkütüp kaçırmak için hastayı yıldırım düşen ağacın dumanı ile tütsülemişler.” (Rudenko 2001: 392). Sıtma hastalığından söz açılmışken, bu hastalığın XX. yüzyıl başlarında da Şamanlar tarafından tedavi edildiğini Zeki Velidi Toğan’dan öğreniyoruz. Toğan, milli mücadele yıllarında Buhara’da sıtmaya yakalandığını ve nasıl tedavi edildiğini “Hatıralar” adlı kitabında şöyle kaleme almıştır: “Burada ben müthiş bir sıtmaya tutulmuştum. Bu bende Buhara’dan beri vardı. Hükümet azasından Abdülhamit Arifov kinin getirmişti. O da kulaklarıma kötü tesir ediyordu. Bir gün dediler ki: ‘Yakında Aq-car ismindeki köyde çok tecrübeli bir bakhşı, yani Şaman var. Ona tedavi ettirelim.’ Ben de çarnaçar razı oldum. Bakhşıya haber verdiler. Köyüne gittik. Meğerki bunlar Qarlıqlardanmış. O bir gün hazırlığını görecekmiş. İkinci günü akşam gittik. Bir Özbek çadırı içinde büyük bir ateş yakılmıştı. Kapkara sakallı 40 yaşlarında görünen sağlam yapılı bakhşı normal bir insan sıfatıyla çay içip konuştuktan sonra arkadaşlarıyla bir daire yaptı. Elinde düngur denilen davulu çalarak Şamanî şarkılarını söyleyerek dönmeye başladı. Başkaları da dönüyorlardı. Bu merasim uzun sürünce bakhşı bana geldi. ‘Sen bize inanmıyorsun, ruhlar gelmiyor. Okumayı tatil edelim,’ dedi. Ben de, ‘Aman tatil etme, ben inanırım,’ dedim. Yine bir müddet döndüler. Çaldılar, şarkı söylediler. Nihayet bunlardan biri vecde geldi. Ağızlarından beyaz köpükler çıktı ve kendisini kaybetti. Onu bir kenara çıkarıp yatırdılar. Böylece birkaç kişi vecde geldikten sonra nihayet bakhşının kendisi de vecde geldi. Orada hazır bir demir kürek vardı. Onu yanan ateşe koymuşlardı. Bir ağaç sap sokarak bakhşı küreği kaldırdı. Ağaç saplar yanmaya başladı. Ağzına su alıp küreğe püskürdü. Ateşten sıçrayan su tanecikleri yüzüme geliyor ve beni yakıyordu. ‘Korkma, korkma, iyidir,’ dediler. Nihayet o bakhşı ateşte yanan bu demir küreği dişleriyle ağzına aldı. Birkaç defa etrafımda bu şekilde dolaştı, tekrar ateşe attı. Bu arada bakhşıya her taraftan sualler soruluyordu. Benim iyi olacağımı söyledi. Emirin muvaffak olup olmayacağını sordular. Ona müspet cevap vermedi. Daha bazı siyasî sualler sordular. Nihayet o kendine geldi. Bana da ‘Artık iyileşeceksin, ilâç filân almayın,’ dedi. Ağzına yanmış küreği aldığı halde siyah bıyıkları yanmamıştı. Ateşin sahte olmadığını da sıçrayıp yüzüme kadar gelen su damlacıklarından biliyorum. İşte bu suretle hayatımda ilk defa olarak hakiki bir Şaman ayinini görmüş oldum. Gerçi küçüklüğümde de böyle bir hastalığımı bizde “bağuçı” denilen bakhşı tedavi etmişti. Fakat o ayin yapmamıştı ve böyle kerametler de göstermemişti. Bundan sonra kinin almadım ve sıtmayı hissetmedim. Bu zat dolandırıcı olmayıp hakiki bakhşı sayılıyormuş. Hiçbir ücret veyahut hediye kabul etmedi.” (Togan 1999: 342–343). Zeki Velidi Togan’ın da anılarından görüldüğü üzere eskiden Başkurt Türkleri arasında bulunan ‘bağuçı’ XX. yüzyıl başlarında Özbekler arasında ‘bakhşı’ adıyla tedavilerine devam etmiştir. Başkurt Türklerinden olan Togan’ın gençlik yıllarında zatürree hastalığına yakalanması ile ilgili bir anısını burada paylaşmak yerindedir: “Nügüş nehrinde çırağ ile ve çatalla yapılan gece balık avcılığında kendimi fena halde üşüttüm. Zatürree olmasın diye korkuldu, yaylayı bırakıp bir arabada yastıklar üzerinde köye döndüm. Bir ay belki de daha fazla hasta yattım. Babam bir Müslüman âlimi olduğu hâlde, annemin Ayneddin isminde bir ‘bağuçı (yani baqşı, Şaman)’yı çağırarak o usulde tedavi ettirmesine müsamaha gösterdi.” (Togan 1999: 57). Zeki Velidi’nin bu anısı XX. yüzyıl başında Ural bölgesi Başkurtları arasında hem Müslümanlık, hem de Şamanlığın bir arada hoşgörü içinde varlığını sürdürdüğünün bir örneğidir.
Başkurt Türkleri arasında yaygın olan diğer tedavi yöntemi ise kurban verme şeklindedir. Kurban olarak genelde horoz veya kaz kullanılmıştır. Ural bölgesinin birçok yerinde, bilhassa Kara-Kıpçak Başkurtlarda sık rastlanan bu tedavi şu şekilde uygulanmıştır: otçu kumaştan erkek ve kadın olmak üzere iki tane kukla yapmış ve bu kuklaları bir kovanın içine yerleştirmiştir. Kovaya biraz ekmek ve lapa konulmuştur. Otçu canlı horozu alıp hastanın etrafında dönerek üfleyip hastalığı kovmuştur. Bu işlemleri sırasında otçu tek başına hastalıkla başa çıkamadığından ona bir delikanlı yardım etmiştir. Daha sonra horoz kesilip kuklaların bulunduğu kovaya yerleştirilmiş ve otçu önceden hazır bulunan ata binerek hastalık bulunan bu kovayı evden 3 kilometre uzaklıktaki bir yere bırakmış ve kendisi başka bir yolu takip ederek eve dönmüştür. Otçular dışında hastalık tedavisi ile üfürükçüler ve mollalar da uğraşmıştır. Üfürükçü ve mollaların tedavi yöntemlerinde pek bir fark olmamıştır. Üfürükçüler genelde hastalığı korkutarak çıkarma yöntemini kullanmışlarsa, mollalar daha çok Kuran okuma ve kurban kesme yoluyla hastalığı tedavi etmiştir. Kurban olarak genelde koyun kesilmiş, kurbanlık hayvanın derisini molla almış, etini hazır bulunanlar yemiştir. Başkurt Türklerinin kurban kesme geleneğine değinen Rudenko ek olarak şunları yazmıştır: “Başkurtlar sadece hasta için değil, şeriatın emri gereği Kurban Bayramı’nda da çok kurban kesmişlerdir. Başkurtlar bunun dışında putperestlik temeline dayanan kurban kesmeyi de çok yapmışlardır. İ.G.Géorgi’nin anlattığına göre, Başkurtlar ‘herhangi bir bayramda kurban keserler, haşlanmış eti güneş karşısına konulan alet (kaştak) üzerine yerleştirirler. İşte bu sırada ibadet ve başka şeyler yaparlar. Onların yaptıklarının hepsi Şamanlarınki gibiydi’. Perm Başkurtları hakkında N.S.Popov şöyle yazmıştır: ‘Onların törenlerinde putperestliğe ve Şamanlığa benzer bir şeyler ayırt ediliyor’. Ben kendim şöyle bir olaya tanık olmuştum: Şeytan Kudéy bölgesindeki Başkurtlar, Allah yağmur yağdırsın diye, kırda deve kesmişlerdi. Bu kurban kesme mollanın huzurunda yapılmıştı. Télek (dilek) olarak bilinen benzeri kurban kesmeler Başkurdistan’ın başka yerlerinde de, Tabın ve Yurmatınlarda da görülmüştür.” (Rudenko 2001: 395–396). Söz konusu olan yağmur duasına çıkmak Türk boyları arasında bugün de gözlemlenmektedir.
Başkurt Türkleri, belli kimselerde bulunduğuna inanılan, insanlara, özellikle çocuklara, evcil hayvanlara, eve, mala mülke, hatta cansız nesnelere de zarar veren nazara karşı da çeşitli korunma yöntemleri geliştirmiştir. Çocukların giysilerine beyaz kaz tüyü, sedef düğmeleri takan Başkurtlar, kötü gözün bu nesneler üzerine düşerek gücünü kaybettiğine inanmışlardır. “At nazardan mürt olmuş”, “ağaç nazardan kurumuş” şeklindeki tabirler Başkurtların hayvan ve ağaçları da nazardan koruma yollarını aramaya yönlendirmiştir. Örneğin, atların kuyruğuna veya yelesine parlak kumaş bağlama, arı kovanlarının alt kısmını parlak renkli boyalarla boyama, arı kovanına kumaş parçası bağlama bunlardan bazılarıdır. Başkurtların, Şamanlığa bağlı olarak insan yaşamına karışan doğaüstü güçleri kontrol edebildiklerini göstermek için oldukça çaba harcadıklarını görmek mümkündür. Av başarısız gibi göründüğünde, av hayvanlarını bulmak, kötü ruhları uzaklaştırmak, havaların iyi gitmesini sağlamak, hastalıkları çeşitli yollarla iyileştirmek bunların arasında yer almaktadır.
Başkurt Halk Edebiyatı oldukça çeşitli ve zengindir. Başkurt Türklerinin folkloru değişik türlerde kendini kanıtlamıştır. Bunlar arasında destanlar, masallar, türküler, değimler ve atasözleri bulunmaktadır. Başkurt Halk Edebiyatı’nda destanların ayrı bir yeri vardır. Ural Batır, Akbuzat, Alpamşa, Küsek Bey, Kara Yurğa, Buzyiğit, Omorzak Batır ilk akla gelenlerdendir. Başkurt destanlarını, kahramanlık destanları ve sosyal hayatla ilgili destanlar olarak iki ana gruba ayırmak mümkündür. Kahramanlık destanlarının büyük çoğunluğu mitolojik içerikli olup, destan kahramanları tarih sınırlarının dışına çıkmıştır. Destan kahramanlarının düşmanları da efsanevi yaratıklardır. Bu destanlarda insanların doğa kuvvetleriyle mücadelesi ve onları yenmesi anlatılmıştır. Ejderha, yuxa, peri, şeytanlar düşman yaratıklar olarak karşımıza çıkarlar. Fakat bunlara karşı at, kartal gibi kahramanların sadık dostları bulunmaktadır. Kahramanın dostları doğaüstü niteliklere sahiptir, örneğin at uçma, kartal insan gibi konuşma özelliğini taşımaktadır. Ayrıca destan kahramanlarının sihirli nesneleri bulunmaktadır. Savaşırken görünmez kılan sihirli şapka, kendi hareket eden kılıç, abıhayat, belaya uğradığında ucundan kan, başarı kazandığında süt akan kuray bunlardan bazılarıdır. İkinci grupta yer alan destanlar ise sosyal içerikli mesajlar vermektedir. Destan kahramanları, adaletsizliğe, cebir ve zulme karşı savaşırlar. Ayrıca kahramanlar, vatana canı gönülden bağlılık, yiğitlik, mertlik, dürüstlük gibi yüksek ahlaki değerlere sahiptir. Toplumun mutluluğu için savaşım veren bu kahramanlar yalanları ortaya çıkarmaktadır. Akhak Kola, Kara Yurğa, Kunır Buğa, Zoyetülek Menen Hıvhılıv sosyal hayat ile ilgili destan grubuna giren destanlardan bazılarıdır.
Başkurt Türklerinin destanlarını kuşaktan kuşağa aktaran kişiler sesenlerdir. Ozanlar gibi sesenler de halkın içtimaî, siyasî hayatında önemli rol oynamıştır. Çok eskiden beri Başkurt Türklerinin hayatında olan sesenlerin nüfuzu şu şekilde dile getirilmiştir: “Halkı düşmana karşı örgütleyip, savaşa çağırırlar. Uruklar arasındaki her türlü problemi çözen, aradaki dostluğu ve kardeşliği pekiştiren sesendir. Halkın bilicisidir; her müşkülü çözer, ona danışılmadan hiçbir şey yapılmaz; onun sözünden çıkılmaz; o gelmeden meclis, düğün, eğlence kurulmaz, başlamaz; halkı iyiliğe, dostluğa çağırır; alkışladığını yüceltir, beddua ettiğini batırır.” (Başkurt Halk Destanı 1996: 7). Çok eski dönemlerde yaşamış olan sesenler ile ilgili pek fazla bilgi olmamakla birlikte, adı bilinen ilk sesen Habrav’tır. Kazaklarda Sıpıra, Karakalpaklarda Sıpra, Kırım Tatar Türklerinde Supura, Nogay Türklerinde Yıprav adıyla bilinen Habrav, tüm Türk boylarının ortak ozanıdır. Habrav’dan sonra diğer Türk boyların Cirenşe adıyla bilinen sesen Yerinse’dir. Bu iki sesenin de hayatları ile ilgili efsaneler dışında bilgi bulunmamaktadır ki, nerede ve ne zaman yaşadıkları bilinmemektedir. Efsanevi bilgilerden XVI. yüzyılın ortalarında yaşamış ve Ming uruğu seseni olduğu bilinen Kobağos’tur. Kobağos sesenden sonra, “Karas Menen Akşa”, “Karas Menen Karahakal” adlı hikâyelere hayatı konu olan ve XVIII. yüzyılda yaşayan Karas sesendir. XIII. yüzyılda yaşayan sesenlerden birisi de Mahmut sesendir. Efsanelere göre, Mahmut sesen Uçalı ilçesinin Avişkül ve Yavgül yaylalarında yaşamıştır. Mahmut sesenin aynı zamanda çok iyi bir çalgıcı olduğu bilinmektedir. Bundan sonra gelecek olan sesenlerin büyük çoğunluğu Başkurt milli çalgısı olan ‘kuray’ı çalmışlar ve sesen olmanın yanı sıra kuraysı olarak da anılmışlardır.
XVIII. yüzyılın en ünlü seseni Bayık’tır. Bayık sesenin ünü İdil-Ural bölgesi sınırlarını aşarak Türkistan’a kadar ulaşmıştır. Bayık sesen Türk boyları sesenleri ile yaptığı atışmalar, bilhassa Kazak Türklerinin tanınmış seseni Cıravı Bukar’la yaptığı atışma belleklerde iz bırakmıştır. XVIII. yüzyıl sonlarında Tilev vilayetinin Yangı Balapan köyünde yaşayan İşmöhemmet Mırzakayev (1781–1878) döneminin ünlü sesenlerindendir. XX. yüzyıl başlarında Baymak ilçesinde yaşayan ve İşmöhemmet Mırzakayev’in çıragı olan Ğabit sesen, aynı zamanda Türkiye’de de bilinen ‘Ural Batır’ destanının derleyicisidir. XX. yüzyıl başlarında yaşayan sesenler arasında Başkurtdistan’ın Baymak ilçesinden Gabit ve Hamit, Böryen ilçesinden Sabiryen Möhemmetkolov, Tahir ve Hayrulla İşmurzin gibi sesenlerin adları öne çıkan isimlerdendir. Destanlar başta olmak üzere halk edebiyatının büyük kısmı sesenlerin sayesinde dilden dile dolaşarak bugünlere ulaşmıştır. Başkurt Türklerinin en önemli ve Türk Dünyası’nda tanınan destanlarından birisi “Ural Batır” destanıdır. “Ural Batır”, Başkurtların inançlarından ileri gelen mitolojik olaylardan oluşan ve iyilikle kötülük, yaşamla ölüm arasındaki mücadeleyi konu edinen bir destandır. Destan üç kuşağın hayat hikâyesidir. Yenbirzi (Can Verdi) atayla Yenbike (Can Ana) ananın oğulları Şülgen ve Ural’dır. Şülgen’le Ayhılıv’ın oğlu Hakmar, Ural’la Katil Padişah’ın kızının oğlu Yayık, Ural’la Gölöstan’ın oğlu Nöğöş ve Ural’ın Humay’dan doğan oğlu İzil (İdil). Yaşamla ölüm arasındaki bu savaşımı babalarından oğulları devir almış ve devam ettirmiştir. Günümüzde Başkurdistan topraklarındaki dağ, nehir, mağara adları destan kahramanlarının adını taşımaktadır. “Ural Batır” destanına göre, destan kahramanı Ural dağlara gömülmüş ve bu dağ günümüzde Ural sıradağıdır.
Ural yolu – yüksek dağ,
Ural kabri – şanlı dağ-
“Ural” olup kalmış, de. (Başkurt Halk Destanı 1996: 337).
Şülgen ise, Şülgen Gölü ve Şülgen-Taş Mağarası’na adını yazdırmıştır. Ural ve Şülgen’in oğulları Yayık, Nöğöş, Hakmar ve İzil ırmağa dönüşmüş ve bugün de bu nehirler onların adını taşımaktadır.
Dört ırmağı boylatıp,
Yuva kurup çoğalıp,
Ayrı dünya kurmuşlar.
Dört bahadırın ismi,
Dört ırmağa ad olmuş,
Unutulmaz şahsiyet olup,
Nesilden nesle kalmışlar. (Başkurt Halk Destanı 1996: 351).
Başkurt Türklerinin Milli Kahramanı Yulay Oğlu Salavat
Başkurt Türklerinin kahramanlık destanları içinde tarihi kahramanlar ile ilgili destanlar da bulunmaktadır. XVIII. yüzyılda İdil-Ural bölgesinde Çarlık Rusyası’na karşı patlak veren isyanlarda Başkurt Türklerinden çıkan liderler arasında Yulay oğlu Salavat’ın (Salavat Yulayev) adı türkü ve destanlara ilham kaynağı olmuştur. Tarihte, Pugaçev İsyanı olarak adlandırılan bu isyana katılan ve Pugaşev’in yakalanmasından sonra isyanı yöneten Başkurt Türklerinin milli kahramanı Yulay oğlu Salavat (16.06.1752 – 08.10.1800) kimdir? Konuyla ilgili Zeki Velidi Toğan’ın “Başkurtların Tarihi” kitabının ‘Yulay ve Salavat’ başlıklı kısmına başvuralım: “Yayık Kozakları arasında Çar’a karşı başkaldıran Pugaçev’un hareketi 1773–1774 senelerinde cereyan etti. Ruslar Başkurdistan’da bu son 20 sene zarfında kendi maden işletme fabrika şebekelerini çoğaltmak hususunda çok ehemmiyet verdiler. Bu münasebetle birçok yerde toprak gaspı ve zaptı vaki oldu. Bundan en çok mutazarrır olanlar Ufa’ya yakın Küdey, Tabın uruğu Başkurtları idi. Yayık havzasında Kozaklar isyan edince Başkurtlar bu harekete katılmak fırsatını hiç kaçırmadılar. Bu işe Küdey uruğunun Şaytan-Küdey aymağının beyi Yulay önayak oldu. Bu zat yalnız kendi uruğunda değil, tekmil merkezi Başkurt ilinde muteber bir şahsiyetti. Onun 20 yaşındaki oğlu Salavat ise Rus ordusunun Başkurt alaylarından birinde subay idi. Kahramanlık ve yiğitliği ile etraf kabileler arasında meşhurdu. Aynı zamanda irticalen şarkı söyleyen ve iyi kaval (koray) çalan musikişinas idi, Pugaçev isyanı Başkurtlara da sirayet etmeye başladığı vakit Ufa’daki Rus kumandanı Salavat’ı bir Başkurt kalesine kumandan tayin ederek Pugaçev’a karşı göndermişti. Fakat Salavat Orenburg yanında Berdi ismindeki köye gelerek Pugaçev’a iltihak etti.
Salavat daha burada iken muhtelif Başkurt ulus beylerine mektuplar göndererek kıyam haberini bildirdi. 1774 Nisan’ında Salavat 2000 kadar askeriyle Ufa’dan kuzeye doğru hareket ederek general Mixelson’un idaresindeki Rus askerlerini mağlup edip Usa kalesini zapt etti. Bundan sonra Başkurdistan’daki Rus memurları şehirlere kaçtılar ya da öldürüldüler. Birçok yerdeki istihkâmlar yıkıldı. 1775’te Pugaçev yakalanıp Moskova’da asıldıktan sonra da Salavat faaliyette bulundu. Fakat Ruslar onu muhtelif mıntıkalarda mağlup etmeye muvaffak oldular. Nihayet ansızın yapılan bir baskın esnasında Salavat çarpışa çarpışa esir edildi. Kendisi ve babası Moskova’ya gönderildiler. Orada istintak tamamlandıktan sonra geri Orenburg’a gönderildiler. Rus hükümeti bu iki Başkurt sergerdesini, yağma ve talan ettikleri, yahut garnizonlarını imha ettikleri Rus fabrika ve kasabalarına getirerek her birine dayak cezası verdikten sonra idam etmek kararını verdi. İhtiyar Yulay’a Simsky maden fabrikası yanında 40, Qatay-İvanovsk maden fabrikasında 45, Ust-Qatav fabrikası yanında 45, Orlovka Rus köyünde 45 ceman 175 kamçı; Salavat’a ise Simsky yanında 25, kendi köyleri olan Yulay köyü yanında 25, Krasno-Ufimsk şehrinde 25, Kongur’da 25, Usa’da 25 olmak üzere ceman 125 kamçı cezası verildi. Sonra Yulay Ağa’ya Orlovka Rus köyünde, Salavat’a da Yeldek köyünde vücutlarına kızgın dövme ile damga bastırıldı ve burunları delinerek 21 Eylül 1777’de Ufa’ya getirildiler. Bu zatlar buradan tekrar Moskova’ya, oradan da Petersburg’a gönderilerek Baltık sahilinde Rogervik kalesine hapsedildiler ve her ikisi de ceza çeke çeke öldüler.
Salavat Başkurtlarca çok sevilen bir kahramandır. Kendisi hakkında musiki neşidesi ve destan vardır. Salavat’ın musikî havasını Rybakov ve Jansky, destanın bir kısmını da İgnatyev neşretmişlerdir. Salavat’ın hayatı yeni Başkurt edebiyatında tiyatro eserlerine mevzu olmuştur. Bunlardan birini Fethülkadir Süleyman (Abdülkadir İnan) yazmıştır ki 1922’de basılmıştır. Rusçalarından biri de, Stepan Zlobin’in Salavat Yulay ismiyle 1953’te neşrettiği romandır.” (Togan 2003: 100–101). Genç yaşına rağmen halkın itibarını kazanan Salavat Yulayev, Rus kumandanın emrine uymadan milletinin yanında yer alarak göz göre göre kendi ölüm fermanını imzalamıştır. Onun bu cesareti Başkurt Türklerinin anılarında bugün de yaşamakta ve destan, şarkı, roman, şiirlerde yaşatılmaktadır. Ayrıca Başkurdistan’ın başkenti Ufa’da Salavat’ın büyük bir heykeli bulunmaktadır. Sağ elindeki kamçısını havaya kaldırmış vaziyetteki at üzerindeki Salavat’ın heykeli cesaretin, yiğitliğin ve umudun bir simgesidir. Rudenko, Başkurt kahramanları ve Salavat Yulayev ile ilgili şu satırları yazmıştır: “20.yüzyıl başlarında Başkurtlar hemen hemen her yerde artık eski esin kaynağını ve savaş lideri olan kahramanlarını unutmuşlardır. Ancak bu kahramanların en sonuncusu olan Salavat Yulayev’i daha iyi hatırlamışlar ve ona atfedilen kobayırları hep söylemişlerdir. Salavat’ın ulusal kurtuluş savaşına candan bağlılığı, yiğitliği, sıkça onu masal kahramanı haline getirip yüceltmiştir. Salavat’a, gücü ve kahramanlığı ile ancak masal kahramanlarının karşılaştırılabileceği epik kahraman özelliği yakıştırılmıştır.
Sesen, Salavat’ın kahramanlığını anlatırken, kahramanın lirik duygularını ve heyecanını belirtmek gerektiğinde ‘burada Salavat bir şarkı okumaya başladı’ sözlerinden sonra, bu kahraman için yazılan şarkısını söylemiştir.” (Rudenko 2001: 366). Salavat Yulayev’in fedakarlığı ve kahramanlığı ölçü bulunamayacak ve tarih sayfasından silinemeyecek kadar büyüktür.
Sonuç
Köklü bir geçmişi olan Başkurt Türklerinin tarihlerinin, inançlarının, yaşam tarzlarının, doğasının, eskiden gelen alışkanlıklarının halk edebiyatında geniş yer bulmuştur. Başkurt folkloru ile ilgili günümüze kadar yapılan araştırmaların sonucuna bakarak Başkurt Halk Edebiyatı’nın çok özgün olduğunu söyleyebiliriz. Prof. Dr. Halil İnalcık’ın “Milletleri millet yapan tarihleri ve kültürleridir. Tarihsiz bir millet, kişiliğini kaybetmiş bir bireye benzer” şeklindeki sözlerini anımsayarak, Türk Dünyası’nın önemli bir parçası olan Başkurt Türklerinin tarihlerine ve kültürlerine sıkı sıkıya bağlı olduklarını görmek sevindirici bir olgudur. Çarlık Rusyası’na karşı isyan bayrağını açan Salavat Yulayev, dünyaca tanınmış devlet adamı, ünlü tarihçi ve Türkolog Ord. Prof. Dr. Ahmet Zeki Velidi Togan’ın milleti olan Başkurt Türkleri bugün de geçmişten gelen geleneklerini geleceğe taşımaya kararlıdır. Yazımı “Ural Batır” destanının kahramanı Ural’ın ölüm öncesi söylediği vasiyet niteliği taşıyan son sözleri ile bitirmek istiyorum:
İyilik olsun adınız,
İnsan olsun zatınız;
Yamana yol vermeyiniz,
İyiden uzaklaşmayınız! (Başkurt Halk Destanı 1996: 331).
Kaynakça:
1. Axis 2000, Ansiklopedik Sözlük, 3.Cilt, İstanbul 2000.
2. Başkurt Halk Destanı, Ural Batır, Çev. Yard. Doç. Dr. Metin Ergun, Gaynislam İbrahimov, Ankara 1996.
3. Drury, Nevill, Şamanizm, İstanbul 1996.
4. Kaşgarlı, Mahmut, Divanü Lûgat-İt-Türk, I.Cilt, cev. Besim Atalay, Ankara 1985.
5. Kurban, İklil, Yaşlı Tarihin Yankısı, Bulgar-Tatar Tarihi ve Medeniyeti, İstanbul 1998.
6. Rudenko, Sergey, İvanoviç, Başkirı: İstoriko-Etnografiçeskiye Oçerki (Başkurtlar: Tarihi- Etnografya Araştırmaları, Moskova-Leningrad 1955.
7. Rudenko, Sergey, İvanoviç, Başkurtlar, Çev. Roza Kurban, İklil Kurban, Konya 2001.
8. Togan, Zeki, Velidi, Başkurtların Tarihi, Ankara 2003.
9. Togan, Zeki, Velidi, Hatıralar, Ankara 1999.
Yazılı Kaynaklarda Başkurt Türkleri
Ural bölgesi ve Başkurt Türkleri denince ilk akla gelen isim ünlü tarihçi, Türkolog ve devlet adamı Zeki Velidi Togan’dır (1890–1970). Türkiye’de ve dünyada Başkurt tarihinin ve genel olarak Başkurtların tanınması Togan sayesinde olmuştur dersek hiç de yanlış olmaz. Zeki Velidi tüm ömrünü milletine adayan nadir insanlardan birisidir ki, hayatının büyük bir vatanından ve milletinden uzaklarda geçirmişse de Başkurt milleti için hizmet etmiş, Başkurtlarla ilgili birçok eser yazarak Başkurt Türklerinin yurt dışındaki sesi olmuştur. “Hatıralar” başta olmak üzere 2003 yılında Türksoy tarafından yayımlanan “Başkurtların Tarihi” gibi eserlerinde, sayısız makalelerinde Başkurt Türklerinin dil, tarih, edebiyatı ve kültürü ile ilgili geniş bilgiler sunarak, milletine dair hiçbir ayrıntıyı es geçmemiştir.
Bir milletin adı olan Başkurt kelimesi, baş ve kurt sözcüklerinden oluşan bir birleşik kelimedir. Halk arasında dolaşan bir rivayete göre, Başkurtlara İslam dinini öğretmek için gelen insana bir kurt yol göstermiştir. Bundan dolayı, başı kurt, yani önderleri kurt diye adlandırılmıştır. Eski Yunan, Arap, Çin vs. kaynaklarında sıkça Başkurt kelimesine rastlamak mümkündür. Başkurt kelimesi yazılı kaynaklarda ilk kez II. yüzyılda ünlü Yunan astronomu, matematikçi ve coğrafyacı Klaudios Ptolemaios (MS 108–168) tarafından kaleme alınmıştır. Başkurt, Vaşgirt şeklinde batı kaynaklarında ve İran destanlarında da bulunmaktadır. Konuyla ilgili Togan şunları yazmıştır: “İran destanlarında ve batı kaynaklarında bilinen Vaşgirt, Tirmiz yanındaki Başkurt dağı ve Pamir’in Çıtral tarafındaki Başkurt gibi coğrafi isimler, eski Bulgarlar gibi Başkurtların da en eski çağlarda, Türkistan’ın güneybatı taraflarında yaşamış olduklarına delâlet edebilir. Efsanelerde görülen Gürksar yani “kurt baş” kelimesi “Başkurt” kelimesinin “kurtbaş”dan geldiğine dair halk etimolojilerinin ve faraziyelerinin eski bir şekli olabilir.” (Togan 2003:3). Bir Türk destanı olan Oğuzname veya Oğuz Destanı’nda da Başkurtlardan söz edilmiştir: “Türk rivayetlerinin en eskisi olan Oğuz destanında Başkurtlar, Edil havzasına yakın ve Bulgarlara sınırdaş bir dağlık ülkede yaşayan, kuvvetli ve şekavetle tanınmış (cebbar ve ayyar), kibir ve nuhveti dolayısıyla hiçbir cihangire baş eğmeyen bir kavim sıfatıyla zikrediliyorlar.” (Togan 2003:3).
Ünlü Başkurt tarihçi Zeki Velidi Togan, Başkurtların ortaya çıkışı, tarihi ile ilgili yaptığı araştırmalarının sonucunu şu şekilde kaleme almıştır: “Eski Başkurtlara ait en şayanı kayıtlar Çin kaynaklarında görülmektedir. Fakat bu kayıtlar Çinliler tarafından kavim isimleri olarak zikredilen bazı isimlerin “Başkurt” ismine benzetilmesinden başka bir şey değildir… Kavim isminin Türkçe aslı Töles yahut Tölös’tür, ki bu isimler Orhun kitabelerinde de zikredilir. Demek Başkurtlar Göktürk zamanında Tölös kabilesine dahil bir Türk kabilesiydi ve bunlar Hunların halefi sayılıyordu. Tölösler ise Altay-Irtış taraflarında yaşayan Kıpçak kavimlerinden ibarettir. Kıpçakların da milâdın ilk yarısında Güney Türkistan’da yaşadıklarını gösteren deliller vardır. Sonra bu kavimler Hunlar devrinde Doğu Avrupa’ya dağılmışlardır… Türk Başkurtların birleşmesinden önce Ural taraflarında bazı İran Sarmat kavimlerinin yaşamış olduğu, coğrafi isimlerinden anlaşılmaktadır. Başkurtların Kıpçak grubuna dahil bir kabile olarak görülmesi diğer tarihi kayıtlara da uygundur.” (Togan 2003:4).
Başkurtların günümüzde yaşadığı topraklarında bulunan Araplar, Başkurtlarla ilgili bilgilerini paylaşmıştır. Zeki Velidi Toğan “Başkurtların Tarihi” adlı kitabının ‘İslam Membalarına Göre Başkurtlar” başlıklı kısmında şunları yazmıştır: “İstakhrî, Başkurtları “Oğuzların sonunda” yani Aral-Hazar arasında yaşayan Oğuzların kuzey tarafında, onlara bitişik olarak yaşayan ve kimseyi yanlarına sokmamak için müsait yerlerde Bulgarlara tâbi olarak yaşayan ve sayıları (yani askerleri) 2000’i geçmeyen bir kavim olarak tarif eder. Al-Birunî de Başkurtların yaşadığı ülkeyi “Başkurt Dağları” (Cibâl-i Başkhırt) diye adlandırır ve bu kavmin, İbn Fadlân’da olduğu gibi Yayık Peçeneklerine komşu olmak üzere Edil, Bulgar ve Suvarların doğusunda yaşadığını zikreder. Bu dağların ismi olan “Ural” kelimesine 13. asırda Çinggizlilerden Şıbanoğulları ulusunun sınırlarının tarifinde, Ebülgazi Han tarihinde ve Nogay destanlarında rastlanıyor.” (Togan 2003:4–5). Başkurtlar ile ilgili ayrıntılı bilgiler, Halife el-Muktedir’in 921 yılında Bağdat’tan İdil boyundaki Bulgar hükümdarlarına gönderildiği elçilik heyetinde yer alan ve gezide kâtiplik görevini üstlenen İbni Fadlan’ın (Ahmed bin Fadlan el-Abbas) eserinde de bulunmaktadır. Fadlan’ın seyahatnamesinin Başkurtlarla ilgili kısmına değinen Zeki Velidi Togan: “Ural dağlarında yaşayan Başkurtlar, güneyde Mogacar dağlarında Oğuzlarla, Yayık’ta Peçeneklerle ve batıda Sokh ile Çerimşen arasında, yani şimdiki Samara vilayetinde yaşayan Başkurtların yanında duraklamış ve İbni Fadlân da orada bu kavmin adet ve akidelerine dair meşhur notlarını tutmuştur. O’na göre o zamanda Başkurtlar halis Şamanî olmuşlardır müellifin kaydettiği akidelere gelince, bunlar zamanımıza kadar yaşayan itikat şekillerine ve genel olarak Şamanî Türklerin âdet ve akidelerine uymaktadır… İbni Fadlân’a göre Başkurtlar “Türk kabileleri arasında en şerir, en güçlü, insan öldürmeyi hiçe saymakta en ileri gideni” olduğu için sefaret heyeti bunlardan çok korkmuştur. İbni Fadlân’a göre bunlar sakallarını tıraş ediyorlardı. İbni Fadlân, bir de bazı göçebelerde ve bazı Başkurtlarda görülen bir âdeti yani gömlek ile donların kat yerlerindeki bitleri, dişleriyle çiğneyerek öldürmelerini “bit yeme” âdeti olarak anlatmıştır. Başkurtlar Şamanî oldukları halde aralarından birisi İslamiyet’i kabul etmiş olmalıdır ki, o sefaret heyetinin hizmetinde bulunmuştur.”demiştir. (Togan 2003:6). Gezi sırasında bölge halkının bazı gelenekleri Fadlan’ın dikkatini çekmiştir: “Hepsi kalpak giyerler. Hükümdar ata, at bakıcısı olmadan tek başına biner. Gezerken yanında muhafız bulundurmaz. Sokaklardan ve çarşıdan geçerken herkes ayağa kalkar. Kalpaklarını çıkarıp koltuklarının altına alırlar. Hükümdar geçince tekrar başlarına giyerler… Kadınlar ve erkekler hep beraber nehre girip çırılçıplak yıkanırlar. Birbirinden kaçmazlar. Bununla beraber, herhangi bir şekilde zina etmezler. Zina onlara göre en büyük suçlardandır.” (Kurban 1998: 52). Ayrıca Arap kaynaklarında, “İç Başkurtlar” ve “Dış Başkurtlar” tabiri de kullanılmıştır. İstakhrî, Bulgar şehrinden “İç Başkurtlara” kadar 25 günlük mesafe olduğunu yazmış, fakat “Dış Başkurtlar”dan söz etmemiştir. 1135 yılında İdil boyu Bulgarlarını ziyaret eden Abu Hamid al-Andalusî Başkurtları ziyaret ettiğinden bahsetmiştir.
Sicilya’nın Norman kralı II.Ruggeoro’nun hizmetinde bulunan Arap coğrafyacı İdrisî (Ebu Abdullah Muhammed bin el-İdrisî) (Septe, Fas, 1100 – Sicilya 1165), dünyanın ayrıntılı tasvirine ağırlık verdiği “Kitabü’n-Nüzheti’l-Müştak fi İhtiraki’l-Âfâk” başlıklı esrinin dışında bir dünya haritası ve dünyayı yedi iklim kuşağına bölen bir iklim haritası hazırlamıştır. İdrisî eserinde Başkurtlardan da söz etmiştir. Konuyla ilgili Togan şu tespitlerde bulunmuştur: “Coğrafyacı İdrisî eserinin beşinci, altıncı ve yedinci “cüz”lerinde Başkurtlar hakkında daha kimse tarafından layıkıyla tahlil edilmemiş olan oldukça mufassal malumat vermiştir. Beşinci iklimin 7.cüzünde Edil nehrinin doğu kolunun (yani Ak-Edil’in) “Başkurt nahiyesi”nden güçlenerek aktıktan sonra Peçeneklerle Bulgarların arasından geçtiğini; Beşinci iklim 8.cüzde “İç Başkurtlar” (al-Başcırt al-dâkhila) ile Oğuzların ülkesini yüksek ve ormanlık Marğar dağının ayırdığını söyler. Altıncı iklimin 7.cüzünde İdrisî “Dış Başkurtlar” (al-Başcırt al-khârica) ülkesini tasvir ediyor. Ona göre Başkurt ülkesi gayri meskûn bozkır ve çöllerden ibarettir. Kasabaları ve ahalisi pek az, yolları geçit vermez; İç Başkurdistan’da dağlık yerden çıkan Suqan (galiba Yayık) nehrinden 8 merhale doğuda (demek ki Yayık nehrinin başlarında) küçük Nemcan kalesi vardır, bu bölgeyi hüsnü suratıyla tanınmış bir sülale, nesilden nesle idare eder. Bu şehrin 8 merhale doğusunda Arcıqa (herhalde İrendik) dağı bulunur. Burada bakır maden ocakları vardır ki 1000’den fazla insan çalışır. Bu madenden çıkarılan bakır Khorezm ve Şaş (Taşkent) ülkelerine ihraç olunur. Buradan elde edilen tilki ve kunduz derileri de Hazar denizi sahillerine ve Deylem taraflarına gönderilir. Bu ülkenin dağlarından ve nehirlerinden pek çok kıymetli taşlar çıkarılır.” (Togan 2003:7). İdrisî’nin tasvirlerinden Başkurtların kalelerinin, şehirlerinin bulunduğunu, maden ocakları işlettiklerini söylemek mümkündür, oysa diğer gezginlerde bu gibi bilgilere rastlanmadığını Togan şöyle dile getirmiştir: “Arap müelliflerinden İbni Fadlân ve İstakhri gibi, 13.yüzyılda Fransa kralı tarafından Moğolistan’a gönderilmiş olan Rubruk da, Başkurtların şehir ve kasabaları olduğundan bahsetmez. Rubruk, Başkurtların göçebe bir kavim olduğunu beyan eder; fakat İbni Fadlân gibi Rubruk da, Step Başkurtları ülkesinden geçmiştir. İdrisî Başkurt ülkesinde zikredilen şehir ve kasabalar ile maden işletme sahalarının dağlık mıntıkalarda olduğunu kaydediyor. Buralarda, bu gibi sanayi ve pazaryerlerinin bulunmuş olması pek muhtemeldir.” (Togan 2003:8).
Avrupa’dan Büyük Moğol Devleti’ne gönderilen elçilerin yolu Ural bölgesinden geçmiş olduğundan seyahatnamelerinde Başkurt Türklerinden söz edilmiştir. Örneğin, 1243 yılında Ural’ın güneyinden geçen Venedikli gezgin Johann de Plano Carpini (1182- 1252), Başkurtlardan “Bascart” ismiyle bahsetmiştir. Fransa kralı IX. Louis’in (1214–1270) elçisi olan Rubruk (William of Rubruck) (1220–1293) 1253–1255 yılları arasında yaptığı Moğolistan gezisini “Doğu Ülkelerine Seyahat” adlı kitaba toplamış ve Başkurtları “Bascatur” olarak kaleme almıştır.
Başkurtların menşei, dili ile ilgili birçok araştırma bulunmaktadır. Türkçe öğrenme ihtiyacından ortaya çıkan ve XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan ve bugün de güncelliğini ve değerini kaybetmeyen “Divanü Lûgat-İt-Türk”te Başkurtlardan da söz edilmiştir. Kaşgarlı, ‘Türk Ulusunun Boyları Hakkında Söz’ başlığı altında Başkurt kelimesini “Başgırt” şeklinde kaleme almış ve şunları yazmıştır: “Türkler aslında yirmi boydur. Bunların hepsi – Tanrı kutsal kılası – Yalavaç Nuh oğlu Yafes, Yafes oğlu Türk’e dek uzanır… Bizans –Rum – ülkesine en yakın olan boy “Beçenek”dir; sonra “kıfçak”, “Oğuz = Uğuz”, “Yemek”, “Başgırt”, “Basmıl”, “kay”, “Yabaku”, “Tatar”, “Kırkız = Kırgız” gelir.” (Kaşgarlı 1985: 28). Mahmud Kaşgarlı Başkurtların dili konusunda şöyle demiştir: “Kırkıs, Kıfçak, Oğuz, Toxsı, Yağma, Çigil, Uğrak, Çaruk boylarının öztürkçe olarak yalnız bir dilleri vardır. Yemeklerle Başgırtların dilleri bunlara yakındır.” (Kaşgarlı 1985: 30). Tarihçi ve Türkolog Zeki Velidi Togan, Başkurtların dilinden söz ederken Başkurt Türklerinin çok eskiden beri Türkçe konuştuklarına dair şunları yazmıştır: “Başkurtların miladi 7.yüzyılda artık T’ieh-le, Tölös zümresine dahil Türk kabilesi sayılmasıyla birlikte, Başkurtların Türklerin Kıpçak ve Qun zümresine dahil bir kabile olduğu ve binanaleyh Türkçe konuştukları muhakkaktır.” (Togan 2003: 9).
Başkurt Türklerinin Mitolojisi ve Halk Edebiyatı.
Başkurt Türklerinin çok eskilere dayanan uzun tarihi geçmişi yalnız yazılı kaynaklarda değil edebiyata da yansımıştır. Yaşanmışlığı ve tecrübeleri içeren atasözleri ve değimler, tarihi olaylara dayanan destanlar, dini inançlardan ileri gelen rivayetler Başkurt halk edebiyatında yerini bulmuştur. Yılların birikimi olan Başkurt halk edebiyatı çeşitli tarihlerde derlenip yayımlanmıştır. Fakat bu alanda en büyük atılım 1990’lı yıllarda olmuştur. 1995 yılında “Başkurt Halk Edebiyatı” külliyat halinde yayımlanmaya başlamıştır. 36 cilt olarak planlanan ve 1996 yılında birinci cildi yayımlanan bu külliyatın 2014 yılı başları itibarıyla 13 cildi basılmıştır . Ayrıca 2009–2013 yılları arasında Başkurdistan Bilimler Akademisi ve Dil, Tarih, Edebiyat Enstitüsü’nün ortak çalışması sonucu 7 ciltlik “Başkurt Tarihi”nin yayımlandığını da belirtmek gerekir. Başkurt aydınlarının tüm bu geçmişi geleceğe taşıma çabaları şanlı tarihlerine ve zengin kültürlerine ne denli bağlı olduğunu göstermektedir.
Başkurt Türklerinin dini geleneğe özgü inançları, uygulamaları veya doğa olaylarını açıklamak amacıyla, görünüşte gerçekten yaşanmış olayları aktaran, çoğunlukla kökeni bilinmeyen ve bir ölçüde geleneğe dayanan efsaneler kuşaktan kuşağa geçerek günümüze kadar gelmiştir. Başkurt mitolojisi oldukça zengin ve çeşitlidir. Başkurtlar eski dönemlerde Mecusi, Şaman, daha sonra İslam dinini kabul etmişlerdir. Başkurt Türklerinin hayatında tüm bu dinlerin etkisi XX. yüzyıl başlarına dek kendini gösterdiğini Rudenko şöyle dile getirmiştir: “Daha 20.yüzyıl başlarında da, Başkurtların dünya görüşünde eski düşünceler ve bu düşüncelere bağlı olan inançlar yaşamıştır. Başkurtların dünya görüşü incelenirken, farklı zamanlarda ayı, kartal, gulyabani ve gökcisimlerine tapınmalarından, tabiatın ruhunun var olduğunu sandığı ve onunla bağlı olan animizm düşüncelerinden başlayarak Şaman dini kalıntılarına kadar kat be kat inanç ve düşünce silsilesi görülmektedir. Yüzlerce yıllık İslam yayılımı Başkurt eğitiminin sadece dış, ayin yönünü değiştirmiştir; onların eski dünya görüşünde ve inançlarında esaslı değişim olmamıştır.” (Rudenko 2001: 398). Ünlü arkeolog, antropolog, etnograf Sergey İvanoviç Rudenko (1885–1969) Başkurt Türkleri üzerinde detaylı çalışmalar yapmış, onları yerinde incelemiş ve Başkurtların etnografik monografisini kaleme almıştır. Rudenko konuyla ilgili şunları yazmıştır: “Ben kendime Başkurtların etnografik monografisini yazmayı amaç edindikten sonra, 1905’ten başlayarak malzeme topladım ve 1908’de araştırmalarımı bitirdim. 1908–1909 yılları arasında Başkurt folkloru üzerine ilk eserim yayınlandı. 1916’da Başkurtların fizik tipleri hakkındaki monografinin ilk kısmı, 1925’te Başkurtların yaşamına özgü ikinci kısmı basıldı.” (Rudenko 2001: VIII). Rudenko, “Başkurtlar” başlıklı kitabının ‘Sanat ve Folklor’ bölümünde halk edebiyatına, ‘İslam’a Kadar Olan Dini Düşüncelerin Kalıntıları’ bölümünde Başkurt mitolojisine geniş yer vermiştir. Rudenko, Başkurt Türklerinin inançlarının akidelerinden söz ederken Bağdat halifesinin elçisi İbni Fadlan’ın fikirleri üzerinde durmuştur. Fadlan Başkurtların ilâhları ile ilgili şunları yazmıştır: “Onların bazıları 12 ilâh hakkında, kışın, yazın, yağmurun, yelin, ağaların, insanların, atların, suyun, gecenin, gündüzün, ecelin, toprağın ilâhı olduğunu söylüyorlar; gökteki ilâhın onların en büyüğü, fakat o diğer ilâhlarla fikir birliğinde ve onların her biri arkadaşının yaptığını takdir ediyor… Bir grubun yılanlara tapındığını; ikinci grubun balıklara, üçüncü grubun turnalara tapındığını gördük, onların bir zamanlar düşmanları oldukları bir halkla savaştıklarını, düşmanların onları (Başkurtları) bozguna uğrattıklarını ve turnaların düşmanların arkasından bağırıp onları (düşmanları) korkuttuğunu ve Başkurtları bozguna uğrattıktan sonra düşmanların kendilerinin bozguna uğradıklarını, bunun için onların (Başkurtların) turnaya tapındıklarını anlattılar ve ‘bu turnalar bizim ilâhımız, çünkü onlar bizim düşmanlarımızı bozguna uğrattılar’ diyorlar ve bunun için onlara tapınıyorlar (bugün de).” (Rudenko 2001: 374). İbni Fadlan’ın seyahati sırasında tuttuğu notlarına dair Zeki Velidi Togan şunları şerh etmiştir: “Fadlân’a göre o zaman Başkurtlar halis Şamanî olmuşlardır. Müellifin kaydettiği akidelere gelince, bunlar zamanımıza kadar yaşayan itikat şekillerine ve genel olarak Şamanî Türklerin âdet ve akidelerine uymaktadır… Fadlan, Başkurtların ongunları olan hayvan ve kuşları saymıştır ki bunlar Başkurt şecerelerinde mezkûrdur. İbn Fâdlan bunları on iki ilâh olarak gösteriyor; bu sayı Başkurt boylarını on iki bavlı (boylu) diye ifade edilmesiyle mutabıktır. Bunlardan Bürcen kabilesinin ongunu olarak şecerelerde malum olan turna da İbn Fâdlan tarafından bir ilâh olarak zikredilmiştir.” (Togan 2003:6).
Başkurt Türklerinin eski kozmogonik (evrenin doğumuyla ilgili) düşünceleri pek fazla bilinmemesi ile birlikte, gökyüzü ve doğa olayları ile ilgili efsaneler günümüze kadar ulaşmıştır. Başkurtlar, Ay ve Güneş’i insan şeklindeki bir yaratık olarak algılamıştır. Başkurt masallarında Güneş güzel bir kız, Ay ise erkektir. ‘Kırmızı su kızı’ olarak tasvir edilen Güneş: “denizden çıkarken, onun birkaç sajen (1 sajen 2,13 metredir) uzunluğundaki beyaz saçları su üstünde yüzermiş; o elleriyle yıldızları alarak beyaz saçlarını toplarmış. Güçlü bahadırlar, denizden çıkan bu su kızını görünce onun güzelliğine hayran olurmuş ve su kızı denize inerken bahadırlar onun uzun saçlarına sarılarak onunla beraber su hanlığına inerlermiş; burada babası su kızını başlık parası almadan bir bahadırla evlendirmiş. Damat karayı özlediğinde su kızının babası onlara izin verip, su hayvanlarını hediye etmişmiş.” (Rudenko 2001: 375–376). Güneşin doğuşunu ve batışını gözlemleyen Başkurt Türkleri onu kırmızı su kızı olarak algılamış, ufuk çizgisini de deniz olarak hayal etmiştir. Erkek cinsinden bir yaratık sayılan Ay da Başkurt Halk Edebiyatı’nda yerini almıştır. Bir efsaneye göre: “Su almaya giden bir Başkurt kızı, sanki gülümsüyormuş gibi gökten neşeyle bakan güzel ve sevimli Ay’a hayran hayran bakakalmışmış. Kız Ay’a bakarak: Eğer benim de Ay gibi bu kadar yakışıklı kocam olsaydı, ben ona mutlaka büyük bir bahadır doğururdum, diye söylenmiş. Ay bu genç kızı kendine eş olarak almış, böylece bu kız şimdi orada (Ay’da) saka sırığı ve kovalarıyla duruyormuş” (Rudenko 2001: 376). Başkurt Türklerinin eski düşüncelerine göre, gezegen ve yıldızlar gökyüzüne demir zincirlerle bağlı olarak asılı duruyormuş. Yıldız ve takımyıldızlarının hepsini farklı isimlerle adlandırmış Başkurt Türkleri. Örneğin, Samanyolu’nu Başkurtlar “Kuş Yolu” veya “Kaz Yolu” diye adlandırmıştır. Bunun nedeni, Başkurtların düşüncelerine göre kuşlar (veya yabani kazlar) mevsimlik göçleri sırasında bu yıldız yolunu kılavuz edinerek hareket ederlermiş.
Başkurt Türkleri, gök gürültüsü, yıldırım gibi doğa olaylarını da inançları doğrultusunda açıklamaya çalışmışlardır. Onlara göre gök gürültüsü ve yıldırım Tanrı’nın isteğiyle meydana gelen bir olaydır. Başkurtlar, Tanrı’nın meleği şeytanı cezalandırmak için gönderdiğini düşünerek, bu doğa olayının meleğin şeytanla çarpışması sonucu ortaya çıktığına inanmışlar. Tanrı, insanları baştan çıkaran, onlara kötülük yapıp zarar veren şeytanı kovmak için meleği göndermiştir. Melek, şeytanı takip etmiş ve onu kamçılamıştır. Meleğin kamçısının ucunda ateşli taşlar olmuş, kamçı ile vurunca bu taşlar kamçıdan koparak ve şeytana vurarak yıldırım çıkarırmış. Şeytan yıldırımdan saklanmak için insanların evine girer ve işte o zaman yıldırım eve düşermiş. Yıldırım düşmesi sonucu yanmaya başlayan evi Başkurtlar su ile söndürmeyi günah saymış ve yoğurt ile söndürürlermiş. Bu nedenle Başkurtlar gök gürlerken şeytan eve girmesin diye pencere, kapı ve bacalarını iyice kapatırlarmış. Bazen şeytan yağmurlu havalarda çocuk kılığına girip evin kapısına gelip ağlayarak eve almaları için ev sahibine yalvarırmış. Bunun dışında hortum ve diğer hava olaylarıyla ilgili Başkurt Türklerinin daha ilginç ve daha özgün düşünceleri bulunmaktadır. Onlar, hortumu ejder saymıştır. Başkurtlar genelde yılanı zararlı, tehlikeli ve olağanüstü bir yaratık olarak görmüşlerdir. “İ.İ.Lepexin bu konuda şöyle yazmıştır: ‘Eğer Başkurt bir yılanı öldürmüşse, o ne kadar acele edip, nereye gidecekse de, attan inmeden yılanın başını sopayla toprağa gömmeye çalışmıştır.’ Yılanın tekrar dirilmememsi için yılanın başının toprağa gömülmesi gerekirmiş. Çünkü Başkurt düşüncelerine göre, öldürülen yılanın yanına arkadaşları gelip, bir otun kökünü onun yaralarına koyup diriltirmiş.” (Rudenko 2001: 377). Ayrıca Başkurtlar at teri kokusu sinen kamçının yılanın öldürülmesinde etkili olduğunu düşünmüşlerdir. “İ.İ.Lepexin’in örnek olarak sunduğu bir Başkurt efsanesine göre, bir Başkurt yılan dağında (Ural’da Yılan Dağı) yaşayan büyük bir yılanı, ancak at teriyle ıslatılan kılıcıyla öldürebilmiştir.” (Rudenko 2001: 378). Eski Başkurt inançlarına göre, yılan 100 yaşına geldiğinde ejderhaya dönüşürmüş. Rivayetlerde ejderha onlarca sajen uzunluğunda olan ve göllerde, bazen kuyularda barınan bir yılan olarak betimlenmektedir. Ejderha, göle su içmek için gelen hayvanları, bilhassa kuzuları yermiş. Ejderha 500–1000 yaşına geldiğinde Yuxa’ya (Yuha) dönüşürmüş. Yuxa, genç kızları yermiş; bir de Yuxa kılıktan kılığa girermiş, o kâh insan, kâh hayvan oluverirmiş. Başkurt rivayetlerine göre, Tanrı ejderhanın Yuxa’ya dönüşmesine izin vermezmiş, ejder Yuxa yaşına gelmeden bulutlar tarafından alıp Kuzey Buz Denizi’nin ötesindeki Kafdağı’na götürürmüş. Konuyla ilgili birçok hikâyenin bulunduğunu söylemek mümkündür. Örneğin, “Hava açık olduğu halde gök gürültüsü ve şimşek çakarak küçük bir bulut göle yanaşmış; bulutun dokunmasıyla göl suyu köpürmeye başlamış; gölden kımız kasesine benzer büyük gözleri yuvasından fırlayan korkunç bir ejder başı çıkmış; ejderin başını kucağına alan bulut yükselince ejderin gövdesi de su yüzüne çıkmış, görünüşe göre ejderin gövdesi parlağa çalan benekliymiş; nihayet yaba gibi kuyruğu da sudan çıkarılıp uzaklara götürülmüşmüş. Ejder uzanmaya, eğrilmeye, her yöne kuyruğunu sallamaya başlamış, yerde sürünmüş kuyruğu sapan izi şeklinde iz bırakıyormuş. Ejder kâh inilti, kâh ıslık çalarak, kâh kuyruğunu yumak yapıp, kâh kendini öfkeyle iki yana vurarak var gücüyle kurtulmaya çalışmış; fakat bir doğaüstü kuvvet ejderin başını tüm kıskaçlardan daha sağlam tutmuş ki, ejder başını kımıldatmaya bile olanak bulamamışmış. Böylece kurtulamayan ejder yavaş yavaş uzaklaşırken, güneş ışığı altında onun gövdesi daha da kırmızı, açık altın sarısı rengini alırmış.” (Rudenko 2001: 378–379). Başkurt Türklerinde yılan, ejder ile ilgili hikâye, rivayetlere sık rastlanmasının nedeni Ural bölgesinin yüksek dağlar ve gür ormanlarla örtülü doğasındandır. Bölgeyi yılanların mesken edinmesinden ileri gelen Ural’daki “Yılan Dağı”nın adı bunun bir örneğidir. Soğuk ve sevimsiz olan yılanlar insanları ürkütmüş ki, yılanlar efsanelere konu olmuştur. Ayrıca halk arasında yılanlarla ilgili atasözleri ve deyimler de oldukça yaygındır. Örneğin, hain, sevimsiz ve soğuk olan kimselere “yılan gibi” benzetmesi kullanılır. Yılan ve ejderler hikâyelerde de insanlara kötülük yapan bir yaratık olarak tasvir edilmiştir. Hikâyelere konu olan yılanlar kılık değiştirme özelliğine sahiptir. Bu rivayetlerden birisi de Han’la evlenen bir ejderha ile ilgilidir: “Bir han, kendine göl kıyısında rastladığı bir güzel kızla evlenmiş, sonra bu kızın ejderha olduğu ortaya çıkmışmış. Han avda ve diğer bütün işlerindeki başarılarını kaybetmiş. O kendi eşini sınamak için, yakınlarının tavsiyesiyle eşine tuzlu et yedirip su vermemiş, gece yarısı hanın eşi kuyruğunu hanın göğsünde bırakıp, başını hanın evinden 150 metre uzaklıkta olan göle uzatmış, gölden su içmiş. Böylece eşinin ejderha olduğunu öğrenen han, eşini demir bir evde yakmış, ejderhanın külleri hala göz hastalıklarında şifalı ilaç olarak kullanılıyormuş. Diğer hikâyeye göre, çok güzel bir kız kılığına giren yuxa, han ile evlenmiş, fakat göbeğinin bulunmayışından onun yuxa olduğunu öğrenen han, onu yakmıştır.” (Rudenko 2001: 379).
Başkurt Türkleri, eski zamanlarda gökcisimleri ve doğa olayları dışında var olan her şeyin canlı olduğunu sanmışlardır. İbni Fadlan’ın da yazdığı gibi Başkurtlar her şeyin kendi ilâhı olduğuna inanmışlardır. Dağ ilâhı, mağara ilâhı, ev ilâhı, orman ilâhı, su ilâhı bunlardan bazılarıdır. Bununla ilgili Başkurtlar bazı dağ ve mağaraları kutsal saymışlardır. S.İ.Rudenko, Güney Ural’daki Masim Dağ’ında (Masim Tau) dağ tepesine çıkan insanlara rastladığını ve bu insanların “dağ ilâhı”na bağışlanan hayratları gördüğünü yazmış ve sözlerine şöyle devam etmiştir: “Hayratlar çoğu zaman ya bakır paralar, kadın göğüslüklerindeki kalay ve gümüş süsler veya son olarak ağaca, kayalar arasına sokulan değneğe bağlanmış kumaş parçalarıydı (séprek). Göç yelerinin yanı başında bulunan Kırktı sıradağları, Ural sıradağlarının tepesinde ben, baştan başa kumaş parçası bağlanıp örtünmüş fidanlara rastladım. Diğer uruk ve köye kocaya varan kadınlardan biri göç yerlerine konuk olarak geldiğinde veya yeni evli kadını uğurlarken, göç yerine en yakın olan dağın-ormanın açık yerinde oyunlar, danslar yapılmıştır. Giderken onlar fidana (akağaç fidanına) kumaş parçası bağlamışlar. Onların söylediklerine göre, genç kızlar kumaşı fal açma gerekçesiyle bağlamışlar; eğer kumaş parçası gelecek yaza kadar asılı kalacaksa, o kız gelecek yıl evlenecekmiş. Kadınlar ise sadece anne baba dağını ziyaret hatırası için kumaş parçası bağlamışlardır. Bu bez parçalarının bağlanması ve yukarıda görülen hayratlar dağa tapmanın kalıntıları denilebilir. Dağın ruhuna yani onun ilâhına saygı gösterilmiş, nezirler yerine getirilmiştir. Aksi halde dağ ruhu intikam alacakmış.” (Rudenko 2001: 380). Söz konusu olan ağaçlara bez parçası bağlama yalnız Başkurt Türklerine özgü değildir, diğer Türk boylarında da mevcuttur. Bu tür dilek ağaçlarını günümüzde de görmek mümkündür.
Başkurt Türkleri, şeytanların çocuklarını çaldığına inanmışlardır. Şeytanlar, çocuğun yerine öcü koyarlarmış. Şeytanlara karşı tedbir olarak Başkurtlar beşiğin başucuna çocuğun yünle yuvarlanmış oğulcuk saçlarını, ayı dişini veya ayı tırnağını, deri veya kumaşa dikilmiş Kuran’dan ayetler ve dualar yazılı muska (bétéü) takmışlardır. Başkurt Türkleri, hastalıkların canlı bir yaratık olduğuna inanmışlardır. Hastalık, bazen insan, bazen hayvan, bazen kuş kılığında olurmuş. Örneğin, “Kuzey batı Başkurtlarının hikâyelerinde, sıtma hastalığını başında vaşak şapkalı insan kılığında; genelde hastalıkları hayvan kılığında, çoğu zaman saksağan kılığında algılamışlardır. Bazı hastalıklar insanın içine yerleşirmiş.” (Rudenko 2001: 390–391). Başkurt Türklerinin hastalıkları tedavi yöntemleri de oldukça değişik ve ilginçtir. Hastalıklardan korunmak ve kurtulmak amacıyla Başkurtlar, çocuklarının boynuna beşiklerde olduğu gibi muska, ayı tırnağı ve ayı dişi takmışlardır. Başkurtlarda, hastalığı gönderen şeytanın veya insan kılığına giren hastalığın merhametine dayanan tedavi yöntemleri de oldukça yaygındır. Hastaları otçu, üfürükçüler tedavi etmiştir. Otçular, hastalığın bulaştığı yeri tespit edip hastalığa yarma, et veya yemek götürüp bırakmışlardır. Şeytanı öfkelendirmekten, hastalığı kendine bulaştırmaktan korktuklarından yemek dolusu çanaklara kimse dokunmamıştır. Rudenko, hastalık ile ilgili araştırmalarından birisi de şöyledir: “Küçük 4–5 yaşındaki çocuğun, kırdan veya ormandan evine ağlaya ağlaya koşarak geldiği, sonra ise hastalandığı görülmüştür. İşte o zaman çocuğun annesi çocuğun gömleğini çıkartmış ve bu gömleği ‘onu bırak, onunla oynama’ diyerek çocuğun etrafında birkaç kez gezdirmiş, sonra bu gömleği bir yol kavşağına bırakmıştır. Hastalığın kendine bulaşması korkusuyla böyle gömleğe kimse dokunmamıştır,” (Rudenko 2001: 392). Başkurt Türklerine göre, hastalık pisliğin atıldığı “kötü” yerde yaşarmış. Üfürükçüler, hastayı tedavi etmek için hastalığın barındığı yere yumurta, iğne, giysi bırakmış ve kimseyle konuşmadan başka bir yolla dönmüştür. Sıtma hastalığı Başkurtlar tarafından bir yaratık olarak algılanmış ve bu hastalığın tedavisi de farklı olmuştur: “Hasta aç kalarak veya birkaç gün bir şey yemeden, içinde lapa veya herhangi bir yiyecek bulunan çanağı alıp kıra veya nehrin ötesine gitmiş; burada sıtma hastalığı yesin diye, çanağın ağzını açıp bırakmış, hasta doğru evine kaçmış. Sıtmaya tekrar yakalanmamak ve izini kaybettirmek için hasta ırmağı yürüyerek geçmiş. Eğer hasta nehri geçit yerinden, köprüden geçmişse, sıtma yeniden kendisini bulmasın diye, herhangi bir yere koşmuş ve üç gün kendi evine dönmemiş. Yer yer sıtmayı ürkütüp kaçırmak için hastayı yıldırım düşen ağacın dumanı ile tütsülemişler.” (Rudenko 2001: 392). Sıtma hastalığından söz açılmışken, bu hastalığın XX. yüzyıl başlarında da Şamanlar tarafından tedavi edildiğini Zeki Velidi Toğan’dan öğreniyoruz. Toğan, milli mücadele yıllarında Buhara’da sıtmaya yakalandığını ve nasıl tedavi edildiğini “Hatıralar” adlı kitabında şöyle kaleme almıştır: “Burada ben müthiş bir sıtmaya tutulmuştum. Bu bende Buhara’dan beri vardı. Hükümet azasından Abdülhamit Arifov kinin getirmişti. O da kulaklarıma kötü tesir ediyordu. Bir gün dediler ki: ‘Yakında Aq-car ismindeki köyde çok tecrübeli bir bakhşı, yani Şaman var. Ona tedavi ettirelim.’ Ben de çarnaçar razı oldum. Bakhşıya haber verdiler. Köyüne gittik. Meğerki bunlar Qarlıqlardanmış. O bir gün hazırlığını görecekmiş. İkinci günü akşam gittik. Bir Özbek çadırı içinde büyük bir ateş yakılmıştı. Kapkara sakallı 40 yaşlarında görünen sağlam yapılı bakhşı normal bir insan sıfatıyla çay içip konuştuktan sonra arkadaşlarıyla bir daire yaptı. Elinde düngur denilen davulu çalarak Şamanî şarkılarını söyleyerek dönmeye başladı. Başkaları da dönüyorlardı. Bu merasim uzun sürünce bakhşı bana geldi. ‘Sen bize inanmıyorsun, ruhlar gelmiyor. Okumayı tatil edelim,’ dedi. Ben de, ‘Aman tatil etme, ben inanırım,’ dedim. Yine bir müddet döndüler. Çaldılar, şarkı söylediler. Nihayet bunlardan biri vecde geldi. Ağızlarından beyaz köpükler çıktı ve kendisini kaybetti. Onu bir kenara çıkarıp yatırdılar. Böylece birkaç kişi vecde geldikten sonra nihayet bakhşının kendisi de vecde geldi. Orada hazır bir demir kürek vardı. Onu yanan ateşe koymuşlardı. Bir ağaç sap sokarak bakhşı küreği kaldırdı. Ağaç saplar yanmaya başladı. Ağzına su alıp küreğe püskürdü. Ateşten sıçrayan su tanecikleri yüzüme geliyor ve beni yakıyordu. ‘Korkma, korkma, iyidir,’ dediler. Nihayet o bakhşı ateşte yanan bu demir küreği dişleriyle ağzına aldı. Birkaç defa etrafımda bu şekilde dolaştı, tekrar ateşe attı. Bu arada bakhşıya her taraftan sualler soruluyordu. Benim iyi olacağımı söyledi. Emirin muvaffak olup olmayacağını sordular. Ona müspet cevap vermedi. Daha bazı siyasî sualler sordular. Nihayet o kendine geldi. Bana da ‘Artık iyileşeceksin, ilâç filân almayın,’ dedi. Ağzına yanmış küreği aldığı halde siyah bıyıkları yanmamıştı. Ateşin sahte olmadığını da sıçrayıp yüzüme kadar gelen su damlacıklarından biliyorum. İşte bu suretle hayatımda ilk defa olarak hakiki bir Şaman ayinini görmüş oldum. Gerçi küçüklüğümde de böyle bir hastalığımı bizde “bağuçı” denilen bakhşı tedavi etmişti. Fakat o ayin yapmamıştı ve böyle kerametler de göstermemişti. Bundan sonra kinin almadım ve sıtmayı hissetmedim. Bu zat dolandırıcı olmayıp hakiki bakhşı sayılıyormuş. Hiçbir ücret veyahut hediye kabul etmedi.” (Togan 1999: 342–343). Zeki Velidi Togan’ın da anılarından görüldüğü üzere eskiden Başkurt Türkleri arasında bulunan ‘bağuçı’ XX. yüzyıl başlarında Özbekler arasında ‘bakhşı’ adıyla tedavilerine devam etmiştir. Başkurt Türklerinden olan Togan’ın gençlik yıllarında zatürree hastalığına yakalanması ile ilgili bir anısını burada paylaşmak yerindedir: “Nügüş nehrinde çırağ ile ve çatalla yapılan gece balık avcılığında kendimi fena halde üşüttüm. Zatürree olmasın diye korkuldu, yaylayı bırakıp bir arabada yastıklar üzerinde köye döndüm. Bir ay belki de daha fazla hasta yattım. Babam bir Müslüman âlimi olduğu hâlde, annemin Ayneddin isminde bir ‘bağuçı (yani baqşı, Şaman)’yı çağırarak o usulde tedavi ettirmesine müsamaha gösterdi.” (Togan 1999: 57). Zeki Velidi’nin bu anısı XX. yüzyıl başında Ural bölgesi Başkurtları arasında hem Müslümanlık, hem de Şamanlığın bir arada hoşgörü içinde varlığını sürdürdüğünün bir örneğidir.
Başkurt Türkleri arasında yaygın olan diğer tedavi yöntemi ise kurban verme şeklindedir. Kurban olarak genelde horoz veya kaz kullanılmıştır. Ural bölgesinin birçok yerinde, bilhassa Kara-Kıpçak Başkurtlarda sık rastlanan bu tedavi şu şekilde uygulanmıştır: otçu kumaştan erkek ve kadın olmak üzere iki tane kukla yapmış ve bu kuklaları bir kovanın içine yerleştirmiştir. Kovaya biraz ekmek ve lapa konulmuştur. Otçu canlı horozu alıp hastanın etrafında dönerek üfleyip hastalığı kovmuştur. Bu işlemleri sırasında otçu tek başına hastalıkla başa çıkamadığından ona bir delikanlı yardım etmiştir. Daha sonra horoz kesilip kuklaların bulunduğu kovaya yerleştirilmiş ve otçu önceden hazır bulunan ata binerek hastalık bulunan bu kovayı evden 3 kilometre uzaklıktaki bir yere bırakmış ve kendisi başka bir yolu takip ederek eve dönmüştür. Otçular dışında hastalık tedavisi ile üfürükçüler ve mollalar da uğraşmıştır. Üfürükçü ve mollaların tedavi yöntemlerinde pek bir fark olmamıştır. Üfürükçüler genelde hastalığı korkutarak çıkarma yöntemini kullanmışlarsa, mollalar daha çok Kuran okuma ve kurban kesme yoluyla hastalığı tedavi etmiştir. Kurban olarak genelde koyun kesilmiş, kurbanlık hayvanın derisini molla almış, etini hazır bulunanlar yemiştir. Başkurt Türklerinin kurban kesme geleneğine değinen Rudenko ek olarak şunları yazmıştır: “Başkurtlar sadece hasta için değil, şeriatın emri gereği Kurban Bayramı’nda da çok kurban kesmişlerdir. Başkurtlar bunun dışında putperestlik temeline dayanan kurban kesmeyi de çok yapmışlardır. İ.G.Géorgi’nin anlattığına göre, Başkurtlar ‘herhangi bir bayramda kurban keserler, haşlanmış eti güneş karşısına konulan alet (kaştak) üzerine yerleştirirler. İşte bu sırada ibadet ve başka şeyler yaparlar. Onların yaptıklarının hepsi Şamanlarınki gibiydi’. Perm Başkurtları hakkında N.S.Popov şöyle yazmıştır: ‘Onların törenlerinde putperestliğe ve Şamanlığa benzer bir şeyler ayırt ediliyor’. Ben kendim şöyle bir olaya tanık olmuştum: Şeytan Kudéy bölgesindeki Başkurtlar, Allah yağmur yağdırsın diye, kırda deve kesmişlerdi. Bu kurban kesme mollanın huzurunda yapılmıştı. Télek (dilek) olarak bilinen benzeri kurban kesmeler Başkurdistan’ın başka yerlerinde de, Tabın ve Yurmatınlarda da görülmüştür.” (Rudenko 2001: 395–396). Söz konusu olan yağmur duasına çıkmak Türk boyları arasında bugün de gözlemlenmektedir.
Başkurt Türkleri, belli kimselerde bulunduğuna inanılan, insanlara, özellikle çocuklara, evcil hayvanlara, eve, mala mülke, hatta cansız nesnelere de zarar veren nazara karşı da çeşitli korunma yöntemleri geliştirmiştir. Çocukların giysilerine beyaz kaz tüyü, sedef düğmeleri takan Başkurtlar, kötü gözün bu nesneler üzerine düşerek gücünü kaybettiğine inanmışlardır. “At nazardan mürt olmuş”, “ağaç nazardan kurumuş” şeklindeki tabirler Başkurtların hayvan ve ağaçları da nazardan koruma yollarını aramaya yönlendirmiştir. Örneğin, atların kuyruğuna veya yelesine parlak kumaş bağlama, arı kovanlarının alt kısmını parlak renkli boyalarla boyama, arı kovanına kumaş parçası bağlama bunlardan bazılarıdır. Başkurtların, Şamanlığa bağlı olarak insan yaşamına karışan doğaüstü güçleri kontrol edebildiklerini göstermek için oldukça çaba harcadıklarını görmek mümkündür. Av başarısız gibi göründüğünde, av hayvanlarını bulmak, kötü ruhları uzaklaştırmak, havaların iyi gitmesini sağlamak, hastalıkları çeşitli yollarla iyileştirmek bunların arasında yer almaktadır.
Başkurt Halk Edebiyatı oldukça çeşitli ve zengindir. Başkurt Türklerinin folkloru değişik türlerde kendini kanıtlamıştır. Bunlar arasında destanlar, masallar, türküler, değimler ve atasözleri bulunmaktadır. Başkurt Halk Edebiyatı’nda destanların ayrı bir yeri vardır. Ural Batır, Akbuzat, Alpamşa, Küsek Bey, Kara Yurğa, Buzyiğit, Omorzak Batır ilk akla gelenlerdendir. Başkurt destanlarını, kahramanlık destanları ve sosyal hayatla ilgili destanlar olarak iki ana gruba ayırmak mümkündür. Kahramanlık destanlarının büyük çoğunluğu mitolojik içerikli olup, destan kahramanları tarih sınırlarının dışına çıkmıştır. Destan kahramanlarının düşmanları da efsanevi yaratıklardır. Bu destanlarda insanların doğa kuvvetleriyle mücadelesi ve onları yenmesi anlatılmıştır. Ejderha, yuxa, peri, şeytanlar düşman yaratıklar olarak karşımıza çıkarlar. Fakat bunlara karşı at, kartal gibi kahramanların sadık dostları bulunmaktadır. Kahramanın dostları doğaüstü niteliklere sahiptir, örneğin at uçma, kartal insan gibi konuşma özelliğini taşımaktadır. Ayrıca destan kahramanlarının sihirli nesneleri bulunmaktadır. Savaşırken görünmez kılan sihirli şapka, kendi hareket eden kılıç, abıhayat, belaya uğradığında ucundan kan, başarı kazandığında süt akan kuray bunlardan bazılarıdır. İkinci grupta yer alan destanlar ise sosyal içerikli mesajlar vermektedir. Destan kahramanları, adaletsizliğe, cebir ve zulme karşı savaşırlar. Ayrıca kahramanlar, vatana canı gönülden bağlılık, yiğitlik, mertlik, dürüstlük gibi yüksek ahlaki değerlere sahiptir. Toplumun mutluluğu için savaşım veren bu kahramanlar yalanları ortaya çıkarmaktadır. Akhak Kola, Kara Yurğa, Kunır Buğa, Zoyetülek Menen Hıvhılıv sosyal hayat ile ilgili destan grubuna giren destanlardan bazılarıdır.
Başkurt Türklerinin destanlarını kuşaktan kuşağa aktaran kişiler sesenlerdir. Ozanlar gibi sesenler de halkın içtimaî, siyasî hayatında önemli rol oynamıştır. Çok eskiden beri Başkurt Türklerinin hayatında olan sesenlerin nüfuzu şu şekilde dile getirilmiştir: “Halkı düşmana karşı örgütleyip, savaşa çağırırlar. Uruklar arasındaki her türlü problemi çözen, aradaki dostluğu ve kardeşliği pekiştiren sesendir. Halkın bilicisidir; her müşkülü çözer, ona danışılmadan hiçbir şey yapılmaz; onun sözünden çıkılmaz; o gelmeden meclis, düğün, eğlence kurulmaz, başlamaz; halkı iyiliğe, dostluğa çağırır; alkışladığını yüceltir, beddua ettiğini batırır.” (Başkurt Halk Destanı 1996: 7). Çok eski dönemlerde yaşamış olan sesenler ile ilgili pek fazla bilgi olmamakla birlikte, adı bilinen ilk sesen Habrav’tır. Kazaklarda Sıpıra, Karakalpaklarda Sıpra, Kırım Tatar Türklerinde Supura, Nogay Türklerinde Yıprav adıyla bilinen Habrav, tüm Türk boylarının ortak ozanıdır. Habrav’dan sonra diğer Türk boyların Cirenşe adıyla bilinen sesen Yerinse’dir. Bu iki sesenin de hayatları ile ilgili efsaneler dışında bilgi bulunmamaktadır ki, nerede ve ne zaman yaşadıkları bilinmemektedir. Efsanevi bilgilerden XVI. yüzyılın ortalarında yaşamış ve Ming uruğu seseni olduğu bilinen Kobağos’tur. Kobağos sesenden sonra, “Karas Menen Akşa”, “Karas Menen Karahakal” adlı hikâyelere hayatı konu olan ve XVIII. yüzyılda yaşayan Karas sesendir. XIII. yüzyılda yaşayan sesenlerden birisi de Mahmut sesendir. Efsanelere göre, Mahmut sesen Uçalı ilçesinin Avişkül ve Yavgül yaylalarında yaşamıştır. Mahmut sesenin aynı zamanda çok iyi bir çalgıcı olduğu bilinmektedir. Bundan sonra gelecek olan sesenlerin büyük çoğunluğu Başkurt milli çalgısı olan ‘kuray’ı çalmışlar ve sesen olmanın yanı sıra kuraysı olarak da anılmışlardır.
XVIII. yüzyılın en ünlü seseni Bayık’tır. Bayık sesenin ünü İdil-Ural bölgesi sınırlarını aşarak Türkistan’a kadar ulaşmıştır. Bayık sesen Türk boyları sesenleri ile yaptığı atışmalar, bilhassa Kazak Türklerinin tanınmış seseni Cıravı Bukar’la yaptığı atışma belleklerde iz bırakmıştır. XVIII. yüzyıl sonlarında Tilev vilayetinin Yangı Balapan köyünde yaşayan İşmöhemmet Mırzakayev (1781–1878) döneminin ünlü sesenlerindendir. XX. yüzyıl başlarında Baymak ilçesinde yaşayan ve İşmöhemmet Mırzakayev’in çıragı olan Ğabit sesen, aynı zamanda Türkiye’de de bilinen ‘Ural Batır’ destanının derleyicisidir. XX. yüzyıl başlarında yaşayan sesenler arasında Başkurtdistan’ın Baymak ilçesinden Gabit ve Hamit, Böryen ilçesinden Sabiryen Möhemmetkolov, Tahir ve Hayrulla İşmurzin gibi sesenlerin adları öne çıkan isimlerdendir. Destanlar başta olmak üzere halk edebiyatının büyük kısmı sesenlerin sayesinde dilden dile dolaşarak bugünlere ulaşmıştır. Başkurt Türklerinin en önemli ve Türk Dünyası’nda tanınan destanlarından birisi “Ural Batır” destanıdır. “Ural Batır”, Başkurtların inançlarından ileri gelen mitolojik olaylardan oluşan ve iyilikle kötülük, yaşamla ölüm arasındaki mücadeleyi konu edinen bir destandır. Destan üç kuşağın hayat hikâyesidir. Yenbirzi (Can Verdi) atayla Yenbike (Can Ana) ananın oğulları Şülgen ve Ural’dır. Şülgen’le Ayhılıv’ın oğlu Hakmar, Ural’la Katil Padişah’ın kızının oğlu Yayık, Ural’la Gölöstan’ın oğlu Nöğöş ve Ural’ın Humay’dan doğan oğlu İzil (İdil). Yaşamla ölüm arasındaki bu savaşımı babalarından oğulları devir almış ve devam ettirmiştir. Günümüzde Başkurdistan topraklarındaki dağ, nehir, mağara adları destan kahramanlarının adını taşımaktadır. “Ural Batır” destanına göre, destan kahramanı Ural dağlara gömülmüş ve bu dağ günümüzde Ural sıradağıdır.
Ural yolu – yüksek dağ,
Ural kabri – şanlı dağ-
“Ural” olup kalmış, de. (Başkurt Halk Destanı 1996: 337).
Şülgen ise, Şülgen Gölü ve Şülgen-Taş Mağarası’na adını yazdırmıştır. Ural ve Şülgen’in oğulları Yayık, Nöğöş, Hakmar ve İzil ırmağa dönüşmüş ve bugün de bu nehirler onların adını taşımaktadır.
Dört ırmağı boylatıp,
Yuva kurup çoğalıp,
Ayrı dünya kurmuşlar.
Dört bahadırın ismi,
Dört ırmağa ad olmuş,
Unutulmaz şahsiyet olup,
Nesilden nesle kalmışlar. (Başkurt Halk Destanı 1996: 351).
Başkurt Türklerinin Milli Kahramanı Yulay Oğlu Salavat
Başkurt Türklerinin kahramanlık destanları içinde tarihi kahramanlar ile ilgili destanlar da bulunmaktadır. XVIII. yüzyılda İdil-Ural bölgesinde Çarlık Rusyası’na karşı patlak veren isyanlarda Başkurt Türklerinden çıkan liderler arasında Yulay oğlu Salavat’ın (Salavat Yulayev) adı türkü ve destanlara ilham kaynağı olmuştur. Tarihte, Pugaçev İsyanı olarak adlandırılan bu isyana katılan ve Pugaşev’in yakalanmasından sonra isyanı yöneten Başkurt Türklerinin milli kahramanı Yulay oğlu Salavat (16.06.1752 – 08.10.1800) kimdir? Konuyla ilgili Zeki Velidi Toğan’ın “Başkurtların Tarihi” kitabının ‘Yulay ve Salavat’ başlıklı kısmına başvuralım: “Yayık Kozakları arasında Çar’a karşı başkaldıran Pugaçev’un hareketi 1773–1774 senelerinde cereyan etti. Ruslar Başkurdistan’da bu son 20 sene zarfında kendi maden işletme fabrika şebekelerini çoğaltmak hususunda çok ehemmiyet verdiler. Bu münasebetle birçok yerde toprak gaspı ve zaptı vaki oldu. Bundan en çok mutazarrır olanlar Ufa’ya yakın Küdey, Tabın uruğu Başkurtları idi. Yayık havzasında Kozaklar isyan edince Başkurtlar bu harekete katılmak fırsatını hiç kaçırmadılar. Bu işe Küdey uruğunun Şaytan-Küdey aymağının beyi Yulay önayak oldu. Bu zat yalnız kendi uruğunda değil, tekmil merkezi Başkurt ilinde muteber bir şahsiyetti. Onun 20 yaşındaki oğlu Salavat ise Rus ordusunun Başkurt alaylarından birinde subay idi. Kahramanlık ve yiğitliği ile etraf kabileler arasında meşhurdu. Aynı zamanda irticalen şarkı söyleyen ve iyi kaval (koray) çalan musikişinas idi, Pugaçev isyanı Başkurtlara da sirayet etmeye başladığı vakit Ufa’daki Rus kumandanı Salavat’ı bir Başkurt kalesine kumandan tayin ederek Pugaçev’a karşı göndermişti. Fakat Salavat Orenburg yanında Berdi ismindeki köye gelerek Pugaçev’a iltihak etti.
Salavat daha burada iken muhtelif Başkurt ulus beylerine mektuplar göndererek kıyam haberini bildirdi. 1774 Nisan’ında Salavat 2000 kadar askeriyle Ufa’dan kuzeye doğru hareket ederek general Mixelson’un idaresindeki Rus askerlerini mağlup edip Usa kalesini zapt etti. Bundan sonra Başkurdistan’daki Rus memurları şehirlere kaçtılar ya da öldürüldüler. Birçok yerdeki istihkâmlar yıkıldı. 1775’te Pugaçev yakalanıp Moskova’da asıldıktan sonra da Salavat faaliyette bulundu. Fakat Ruslar onu muhtelif mıntıkalarda mağlup etmeye muvaffak oldular. Nihayet ansızın yapılan bir baskın esnasında Salavat çarpışa çarpışa esir edildi. Kendisi ve babası Moskova’ya gönderildiler. Orada istintak tamamlandıktan sonra geri Orenburg’a gönderildiler. Rus hükümeti bu iki Başkurt sergerdesini, yağma ve talan ettikleri, yahut garnizonlarını imha ettikleri Rus fabrika ve kasabalarına getirerek her birine dayak cezası verdikten sonra idam etmek kararını verdi. İhtiyar Yulay’a Simsky maden fabrikası yanında 40, Qatay-İvanovsk maden fabrikasında 45, Ust-Qatav fabrikası yanında 45, Orlovka Rus köyünde 45 ceman 175 kamçı; Salavat’a ise Simsky yanında 25, kendi köyleri olan Yulay köyü yanında 25, Krasno-Ufimsk şehrinde 25, Kongur’da 25, Usa’da 25 olmak üzere ceman 125 kamçı cezası verildi. Sonra Yulay Ağa’ya Orlovka Rus köyünde, Salavat’a da Yeldek köyünde vücutlarına kızgın dövme ile damga bastırıldı ve burunları delinerek 21 Eylül 1777’de Ufa’ya getirildiler. Bu zatlar buradan tekrar Moskova’ya, oradan da Petersburg’a gönderilerek Baltık sahilinde Rogervik kalesine hapsedildiler ve her ikisi de ceza çeke çeke öldüler.
Salavat Başkurtlarca çok sevilen bir kahramandır. Kendisi hakkında musiki neşidesi ve destan vardır. Salavat’ın musikî havasını Rybakov ve Jansky, destanın bir kısmını da İgnatyev neşretmişlerdir. Salavat’ın hayatı yeni Başkurt edebiyatında tiyatro eserlerine mevzu olmuştur. Bunlardan birini Fethülkadir Süleyman (Abdülkadir İnan) yazmıştır ki 1922’de basılmıştır. Rusçalarından biri de, Stepan Zlobin’in Salavat Yulay ismiyle 1953’te neşrettiği romandır.” (Togan 2003: 100–101). Genç yaşına rağmen halkın itibarını kazanan Salavat Yulayev, Rus kumandanın emrine uymadan milletinin yanında yer alarak göz göre göre kendi ölüm fermanını imzalamıştır. Onun bu cesareti Başkurt Türklerinin anılarında bugün de yaşamakta ve destan, şarkı, roman, şiirlerde yaşatılmaktadır. Ayrıca Başkurdistan’ın başkenti Ufa’da Salavat’ın büyük bir heykeli bulunmaktadır. Sağ elindeki kamçısını havaya kaldırmış vaziyetteki at üzerindeki Salavat’ın heykeli cesaretin, yiğitliğin ve umudun bir simgesidir. Rudenko, Başkurt kahramanları ve Salavat Yulayev ile ilgili şu satırları yazmıştır: “20.yüzyıl başlarında Başkurtlar hemen hemen her yerde artık eski esin kaynağını ve savaş lideri olan kahramanlarını unutmuşlardır. Ancak bu kahramanların en sonuncusu olan Salavat Yulayev’i daha iyi hatırlamışlar ve ona atfedilen kobayırları hep söylemişlerdir. Salavat’ın ulusal kurtuluş savaşına candan bağlılığı, yiğitliği, sıkça onu masal kahramanı haline getirip yüceltmiştir. Salavat’a, gücü ve kahramanlığı ile ancak masal kahramanlarının karşılaştırılabileceği epik kahraman özelliği yakıştırılmıştır.
Sesen, Salavat’ın kahramanlığını anlatırken, kahramanın lirik duygularını ve heyecanını belirtmek gerektiğinde ‘burada Salavat bir şarkı okumaya başladı’ sözlerinden sonra, bu kahraman için yazılan şarkısını söylemiştir.” (Rudenko 2001: 366). Salavat Yulayev’in fedakarlığı ve kahramanlığı ölçü bulunamayacak ve tarih sayfasından silinemeyecek kadar büyüktür.
Sonuç
Köklü bir geçmişi olan Başkurt Türklerinin tarihlerinin, inançlarının, yaşam tarzlarının, doğasının, eskiden gelen alışkanlıklarının halk edebiyatında geniş yer bulmuştur. Başkurt folkloru ile ilgili günümüze kadar yapılan araştırmaların sonucuna bakarak Başkurt Halk Edebiyatı’nın çok özgün olduğunu söyleyebiliriz. Prof. Dr. Halil İnalcık’ın “Milletleri millet yapan tarihleri ve kültürleridir. Tarihsiz bir millet, kişiliğini kaybetmiş bir bireye benzer” şeklindeki sözlerini anımsayarak, Türk Dünyası’nın önemli bir parçası olan Başkurt Türklerinin tarihlerine ve kültürlerine sıkı sıkıya bağlı olduklarını görmek sevindirici bir olgudur. Çarlık Rusyası’na karşı isyan bayrağını açan Salavat Yulayev, dünyaca tanınmış devlet adamı, ünlü tarihçi ve Türkolog Ord. Prof. Dr. Ahmet Zeki Velidi Togan’ın milleti olan Başkurt Türkleri bugün de geçmişten gelen geleneklerini geleceğe taşımaya kararlıdır. Yazımı “Ural Batır” destanının kahramanı Ural’ın ölüm öncesi söylediği vasiyet niteliği taşıyan son sözleri ile bitirmek istiyorum:
İyilik olsun adınız,
İnsan olsun zatınız;
Yamana yol vermeyiniz,
İyiden uzaklaşmayınız! (Başkurt Halk Destanı 1996: 331).
Kaynakça:
1. Axis 2000, Ansiklopedik Sözlük, 3.Cilt, İstanbul 2000.
2. Başkurt Halk Destanı, Ural Batır, Çev. Yard. Doç. Dr. Metin Ergun, Gaynislam İbrahimov, Ankara 1996.
3. Drury, Nevill, Şamanizm, İstanbul 1996.
4. Kaşgarlı, Mahmut, Divanü Lûgat-İt-Türk, I.Cilt, cev. Besim Atalay, Ankara 1985.
5. Kurban, İklil, Yaşlı Tarihin Yankısı, Bulgar-Tatar Tarihi ve Medeniyeti, İstanbul 1998.
6. Rudenko, Sergey, İvanoviç, Başkirı: İstoriko-Etnografiçeskiye Oçerki (Başkurtlar: Tarihi- Etnografya Araştırmaları, Moskova-Leningrad 1955.
7. Rudenko, Sergey, İvanoviç, Başkurtlar, Çev. Roza Kurban, İklil Kurban, Konya 2001.
8. Togan, Zeki, Velidi, Başkurtların Tarihi, Ankara 2003.
9. Togan, Zeki, Velidi, Hatıralar, Ankara 1999.
Bu xəbər oxucular tərəfindən 3874 dəfə izlənilmişdir!
Yahoo | |||||||
Del.icio.us | Digg | StumbleUpon | FriendFeed |