Şrift:
Fransa'nın Strasburg kentinde toplanan son Avrupa Parlamentosu (AP) Genel Kurulu, 2013 yılı Türkiye İlerleme Raporu'nu 153'e karşı 475 oyla kabul etti.
13.05.2014 [11:59] - Gündəm, Türk dünyası-Turan, DAVAMın yazıları
Raporda; iktidarın demokrasiyi çarmıha geren yasa değişiklikleriyle ilgili ciddi bir eleştiri getirilmezken, hükûmet “Kürtlerin sosyal, kültürel ve ekonomik haklarını geliştirmeye yarayan reformları yapmaya” teşvik ediliyor. “Modernleşme ve demokratikleşme sürecinde anayasal reformların öncelikli olması gerektiği” vurgusu yapılan raporda ayrıca, Türkiye'nin önündeki reformlara net bir çerçeve sunması açısından Avrupa Birliği'nin müzakerelere devam etmesi gerektiği belirtiliyor.

Raporda en çok dikkati çeken husus, göstermelik ifadeler dışında mevcut iktidarın hukuk ve yasalarla ilgili antidemokratik icraatını eleştiren ciddi bir cümleye rastlanmamasıdır. AB ülkeleri Türkiye’den o kadar farklı beklentiler içindedirler ki bunlar umurlarında bile değildir. Asıl niyetleri başkadır.

AP Raporu, Türkiye’ye 200 yıldır dayatılan ve bitmek bilmeyen ıslahat taleplerinin son numunesidir. Batılılar durmayacaklardır; son Türk kalesine girinceye, son vatan parçası elimizden alınıncaya kadar reform istemeye devam edeceklerdir. Türkiye’yi mikro milliyetçilikler mezarlığı hâline getirinceye kadar reform dayatmaları sürecektir.

Hatırlayacaksınız, AB Komisyonu sözcülerinden Ferran Tarradellas Espuny, 2010 yılındaki Anayasa referandumu öncesinde, adeta emir verircesine demişti ki : “Türkiye, AB yolunda ilerlemek için 12 Eylül’deki referandumda anayasa değişiklik paketini kabul etmelidir!”

AB’nin yürütme organı olan Avrupa Komisyonu, Anayasa Mahkemesi’nin referandum kararıyla kendinden geçmiş ve Türk milletine “Evet oyu kullanın!” çağrısı yapmaktan çekinmemişti. AB sözcüsü, AKP sözcüsü gibiydi!
Espuny’nin bu sözleri de Batılı devletlerin reform adı altında vaktiyle Osmanlı Devleti’ne dayattığı isteklerin uzantısından başka bir şey değildi.

AKP’den AB Komisyonu sözcüsüne bir cevap gelmediği gibi, iktidar partisi bu türden açıklamaları kendi propagandalarına açık bir destek olarak gördü. Başbakan Erdoğan da Espuny’nin sözlerini nasıl değerlendirdiğini referandum sonrasındaki şu sözleriyle gösterdi: “Türkiye artık Avrupa Birliği’ne hazır.”
Oysa Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi “istiklal-i tam” yani tam bağımsızlık ilkesine dayanıyordu. Bu ilke, gücünü Türk milletinin hür ve müstakil yaşama azminden alıyordu. Yeni Türkiye Devleti’nin, yabancıların nasihat ve planlarına, reform projelerine ihtiyacı yoktu. Mustafa Kemal Atatürk, daha 6 Mart 1922 tarihinde Birinci TBMM’de milletvekillerine hitap ederken bu gerçeği şu sözlerle haykırmıştı:

“Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi bir takım görünürdeki bahanelerle iç hayatına, iç işlerine girmiş ve nüfuz etmişlerdir. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler belirdi. Hâlbuki hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.”
Sevgili okurlar, Batılı ülkelerin Türkiye’ye dayattığı reformlar hayata geçirildikçe Türkiye küçülüyor. Tanzimat’tan sonraki Türkiye tarihi, toprak kayıplarının tarihidir. Tabii bunun öncesi de var. 1699 tarihli Karlofça Antlaşması ve Orta Avrupa’dan Osmanlı askerinin çekilmesiyle başlayan küçülme, 1877-78 Osmanlı Rus Harbi’ndeki mağlubiyet sonucunda doğu ve batıdaki yeni kayıplarla daha da arttı. Balkan coğrafyasının elimizden çıktığı Balkan Savaşları’nda ise yaklaşık 167 bin kilometrekare daha toprak yitirdik. Buna rağmen 2,5 milyon kilometrekareden fazla alana sahip büyük bir ülke olarak Birinci Dünya Savaşı’na giren Osmanlı Devleti, topraklarının dörtte üçünü de bu savaşın sonunda düşman işgaline terk etti.

Batılılaşma sürecinde gelinen nokta, tam bir yıkımdı. Batıya elimizi verdikçe kolumuzu, kolumuzu verdikçe bacağımızı kaptırmıştık. Geriye sadece gövdemiz, Anadolu kalmıştı neredeyse…

Bu gidişe dur demek lazımdı. Millet kendi mukadderatını tayin etmeli, hür ve bağımsız bir devlet kurulmalıydı. Batı karşısında gerilemeye ve sürekli kayıplara son vermek, hür ve bağımsız bir Türk devleti kurmak için gayret gösteren millet evlatları, 1920’de Ankara’da toplanıp Birinci TBMM‘yi kurdular. TBMM, “tam bağımsızlık” azminin, millî birlik ve bütünlük ruhunun canlandığı yer oldu.

Ancak geçen uzun yıllar zarfında zaman ve mekân değiştiği gibi, devleti yönetenler de Mecliste edilen yeminleri, verilen sözleri unuttular. “Tam bağımsızlık” ilkesi, AB normlarına ve uluslararası camiaya intibak bahanesiyle çiğnendi. Bugün ise Türkiye, AKP tarafından Birinci TBMM’nin temel felsefesinden uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Türkiye, artık Batılılardan nasihat alan ve bunları harfiyen yerine getiren bir ülke.

AKP güdümünde Batı’ya ve AB normlarına uyum bahanesiyle Demokratikleşme Paketleri adı altında yasa değişiklikleri çıkaran bugünkü TBMM ile 1920-23 yıllarının Meclisi aynı değil. Mecliste iktidar çoğunluğunu, Türk milletine düşmanlığı ikiyüzlü ve kaypak kavramların arkasına saklayan AKP grubu oluşturuyor. Millî birlikten bahsedilirken ayrışmanın kodları insanımızın bilinçaltına işleniyor. Barış ve kardeşlikten söz edilirken aslında yerel özerklikle başlayan bir uydu devlet yapılanmasının temelleri atılıyor. Bizzat Başbakan Erdoğan, Türk varlığını yok sayan bir anlayışla hükûmet ediyor, Birinci Meclisin kuruluş felsefesini yok sayıyor. Pozitif algı oluşturmak için de “1920 ruhuna geri döndük.” diyebiliyor. Erdoğan; sadece tarihî değil, sosyolojik gerçekleri de tahrif ediyor.

Oysa 1920 ruhu iki ana esasa dayanıyordu: 1. Türk milletini meydana getiren unsurların birlik ve bütünlüğü. 2. Hürriyet ve bağımsızlık.

1920 ruhunu anlamak için Başbakan Erdoğan’ın sözlerine itibar edecek değiliz. Bizim referanslarımız, Erdoğan değil, istismar ettiği kişi ve kurumlardır. Mamafih 1920 ruhunu kavramak için yalnızca Mehmet Akif’e ve onun yazdığı İstiklal Marşı’na bakmak yeterlidir.
Düne kadar kimse Mehmet Akif’in Arnavut kökenli olduğunu gündeme getirmez, onun Türk milletinin mümtaz ve muhterem bir ferdi olduğunu bilirdi. Gün geldi Başbakan Erdoğan çıkıp Akif’in ölüm yıl dönümlerinde “Akif Türk değil, Arnavut ama Akif'in İstiklal Marşı’yla, onun o millî marşıyla bu millet ayağa kalktı, bu millet Kurtuluş Destanı’nı yazdı.” diyebildi. Yani Mehmet Akif’in Türk olduğunu, İstiklal Marşı’nı Türk milleti için yazdığını inkâr etti. “Kahraman ırkıma bir gül!” ifadesini görmezlikten geldi.

Anadolu kongrelerine yön veren “Türk milletinin kendi mukadderatını tayin hakkı”nı müşterek ve meşru bir zeminde kullanmak üzere 1920’de Ankara’ya gelen millet temsilcileri arasında İstiklal Marşı’mızın şairi Mehmet Akif de vardı. Ankara’da toplanan İlk Meclisin başlattığı Türk Bağımsızlık Savaşı'nın en çetin döneminde, bir millî marşa duyulan ihtiyacı Mehmet Akif karşıladı. Birinci TBMM’nin tam bağımsızlık ruhunu, milleti oluşturan bütün unsurların “Türk” kimliğinin şemsiyesi altında ittifak ve mutabakatını yansıtan bir şiir olmalıydı bu. Akif;

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!
…..
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal!

Mısralarıyla dile getirdi bağımsızlık azmini. İlk Meclisin Türk milliyetçiliği üzerinde ittifakının delili de Mehmet Akif’in şu mısralarıydı:

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül; ne bu şiddet, bu celal?
………..
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal!
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.

Akif’in “kahraman ırkım” dediği, Türk milletidir. Irk ayrımı yapmadan ırk kelimesine bu kadar güzel ve böylesine bütünlük içinde “millet” anlamı yükleyen bir başka şiir yoktur. İstiklal Marşı’nın muhtevası, Birinci Meclisin ruhunu bütün cesametiyle, bütün haşmetiyle aksettirmektedir.

Devlet’in bu sayısında hem İstiklal Marşı’nın yazılış hikâyesi ve Mehmet Akif hakkında hem de üzerine destan yazdığı Çanakkale Savaşı hakkında kaleme alınmış yazılar bulacaksınız. Cumhuriyet’in mayasına karışan bağımsızlık ruhunun nasıl bir imanın ateşinde piştiğini, bu ruhun hamurunu karan Türklük suyunun hangi pınarlardan aktığını okuyacaksınız. Anadolu’yu besleyen gümrah pınarların uzak Asya topraklarındaki kaynaklarından birine, Divanü Lügati’t-Türk’ün yazarı Kâşgarlı Mahmut’u yetiştiren topraklara kadar uzanacaksınız. Bugün Doğu Türkistan’da Çin sömürgeciliğinin Uygur Türklerine reva gördüğü baskı ve zulmü, Uygur Türklerinin asla vazgeçmedikleri bağımsızlık azmini Türkiye’de yaşayan bir Uygur münevverinin anlatımından öğreneceksiniz.

Selam ve dua ile…
Bu xəbər oxucular tərəfindən 1323 dəfə izlənilmişdir!
Google Yahoo Facebook Twitter
Del.icio.us Digg StumbleUpon FriendFeed