05.03.2015 [11:50] - Gündəm, Türk dünyası-Turan, DAVAMın yazıları
Bu yıl – 11 Mart 2015, büyük Türkçü Yusuf Akçura’nın ölümünün 80.yıl dönüdür. Bu vesileyle, bundan 11 yıl önce kaleme alınmış “Türkçülüğün Doğuşunun Yüzüncü Yılı (1904-2004)” başlıklı yazımı yayınlıyorum.
Türkçülüğün embriyon-türeme devri, gerçi İsmail Gaspıralı’nın (1851-1914) yaşadığı yıllara denk gelse de, Türkçülüğün bir siyasî ilke olarak dünyada kendini hissettirebilmesi, Yusuf Akçura’nın “ÜÇ TARZ-I SİYASET” adlı eseriyle başlamıştır. Yusuf’un eniştesi olan İsmail Bey, tüm Türk boylarında anlaşılır biçimde hazırlanmış “Tercüman” gazetesinde (1883-1918) “dilde, fikirde, işte birlik” formülünü işlerken, İslam ve Türk sentezi görüşüne ağırlık veriyordu. Ünlü Türkçülerden sayılan Ziya Gökalıp da (1876-1924) “Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak” şeklindeki formülünde İslam’ı merkezî öğe olarak algılıyordu. Oysa Yusuf Akçura, İslam’ı saf dışı bırakmış, yalın bir Türkçülük ile ortaya çıkmıştı.
İslam’ın, ana ulusunun (Arapların)-ana topraklarının (Arap ülkelerinin) bile birliğini sağlamada etkili olamadığı düşünüldüğünde, başka ulusların (Arap olmayan ulusların) birliği için hizmet edebilmesi elbette olanaksızdı. Çünkü İslam Orta Çağlara özgü bir dindi. Bu din Yeni Çağa özgü siyasî birliğin yükümlülüğünü elbette üstlenemezdi. Bu mantığı kavrayan Yusuf Akçura, “ÜÇ TARZ-I SİYASET”inde, günümüzün laiklik anlayışının tıpatıp aynısı olan şu düşünceleri yazıyordu:
“Zamanımız tarihinde görülen genel akım ırklardadır. Dinler, din olmak nedeniyle gittikçe siyasî önemlerini, kuvvetlerini yitiriyorlar, toplumsal olmaktan çok kişileşiyorlar, cemiyetlerde vicdan özgürlüğü, din birliği yerini alıyor. Dinler cemiyetlerin işlerini düzenleyici olmaktan vazgeçerek kalplerin kılavuzluğunu üzerlerine alıyorlar. Ancak Tanrı ile kul arasında bir vicdan bağı durumuna geliyorlar.”
Yusuf Akçura’nın (1876-1935) bu eseri, Rus-Japon Savaşı’nın başlarında, 1904 yılının mart ayında kaleme alınmış, tez karakteri taşıyan büyük bir makaledir. Bu makalenin kaleme alındığı tarih ve o tarihte cereyan eden olay dikkate değerdir: Rus-Japon Savaşı (1904-1905).... Rusya’nın Asyalı bir küçük devlete yenik düşeceği, savaşın başından bellidir. Bu da Türklüğün ezelî ve ebedî düşmanı olan Rusya’nın karşı koyulamayacak derecede güçlü bir kuvvet olmadığını kanıtlıyordu. Birinci Rus Devrimi (1905) patlak verir. Bu fırsatı değerlendiren Tatar aydınları arasında Rus egemenliğine karşı eylemler baş gösterir, öncü rolünü üstlenenlerin başında Pantürkizm’in babası olarak bilinen Yusuf Akçura gelmektedir.
Yusuf 02.12.1876 tarihinde İdil nehri kıyısındaki aslî Tatar şehri olan Simbir’de dünyaya gelmiştir. Maalesef bu şehir, bugünkü Rusya içinde kalan Tatarıstan haritasının güney sınırı çizgisinin dışında görünmektedir. Yusuf ata cihetinden de, ana cihetinde de varlıklı, itibarlı bir aileye mensuptu. Ünlü İsmail Gaspıralı eniştesi idi. Böyle bir aile ortamından gelmesi, Yusuf’u rahat bir çocukluk yaşamı için aday göstermekteydi. Oysa ki hiç de öyle olmamış. İki yaşını bitirmeden babası ölmüş, anası çuha fabrikalarını iyi yönetememiş, işler moral yıpratıcı düzeyde bozulunca, Banu Hatun oğlu Yusuf ile İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış (1883).
İdil kıyılarından Boğaziçi sahillerine geldiğinde Yusuf yedi yaşında bir çocuktu. Yusuf, normal denecek bir ilk ve orta öğrenim gördükten sonra Harp Okuluna girer, çalışkanlığı ile dikkati çeker. 1897 yılında kurmay sınıfına geçmeyi başarır. Çoğu kurmay adaylarının Abdülhamit istibdadına karşı duyduğu nefreti o da duyar. Özgürlük üzerine yazılmış, okunması yasak edilmiş yazıları gizlice okur. Bir kez tutuklandı ise de bağışlanır. İkinci kez tutuklandığında, harp divanına verilerek yargılanır, askerlik mesleğinden çıkarılarak Trablusgarb’a sürgün edilir. Fakat O, uzun süre sürgün hayatı yaşamaz, bir kolayını bularak kayıkla Avrupa yakasına kaçmayı başarır, Paris’e gelir, Siyasal Bilgiler Okuluna girer. Bu okulu 1902 yılında başarıyla bitirir. Türkiye’ye dönmesi yasaklanmış olduğu için Rusya’ya, amcasının yanına döner ve burada Pantürkizm’in manifestosu olarak da bilinen ünlü eseri “ÜÇ TARZ-I SİYASET”i kaleme alır. Akçura bu eserini, Abdülhamit istibdadına karşı çalışan Genç Türkler ile ilişki kurarak, Mısır’da yayımlanan “Türk” adlı gazeteye gönderir ve basılır. Eser düşmanları arasında da, dostları arasında da büyük yankı bulur. Marks’ın “Komünist Manifestosu”(1848) kirli kapitalizm dünyasında nasıl bir etki dolu ortam yaratmışsa, Yusuf beyin bu yazısı da inleyen Türk dünyasında öyle bir etki dolu ortam yaratmıştır. Bu yazının sonuç düşüncesi, şu satırlara yüklenmiştir:
“Son olayların fikre getirdiği uzakça bir istikbalde, meydana gelecek beyazlar ve sarılar alemi arasında bir Türklük cihanı husule gelecek ve bu orta dünyada Osmanlı Devleti, şimdi Japonya’nın sarılar aleminde yapmak istediği vazifeyi üzerine alacaktır.”
İşte bu ünlü eserin doğuşunun-Pantürkizm’in yani Türkçülük ilkesinin doğuşunun bu yıl 100.yılıdır.
Türkçülük, Türk devletinin felsefesidir. Bu felsefeyi dışlayan devlet, Türk devleti olamaz. Bu felsefeye bu gün en çok muhtaç olan Türk boyu Uygurlardır. Uygurların Çin zulmünden kurtulabilmeleri ve devlet sahibi olabilmeleri, önce bu felsefeyi benimsemelerinden geçer. Bu sebeple düşmanlarımızın korkulu düşü-Türkçülüktür.
Çinceden çevrilmiş “PANTÜRKİZM MEDENİYETİ HAKKINDA ARAŞTIRMA” adlı, 181 sayfalık Uygurca bir kitap, 2000 yılında Ürümçi’de basılmıştır. Çin neden, özel uzmanların hazırladığı böyle bir yayına gereksinim duymuştur? Cevap açık ve kesin: Pantürkizm’den korktuğu için, Pantürkizm’i karalamak amacıyla. Çin Pantürkizm’den neden korkuyor? Cevap açık ve kesin: İleride Doğu Türkistan’da kurulacak devletin felsefesi Pantürkizm-Türkçülük olduğu için. Bu kitabın sonuç olarak sunduğu aşağıdaki ifadeler, düşman diliyle Pantürkizm’in tanımını yapar niteliktedir:
“Medeniyet Pantürkizm’i, siyasî Pantürkizm’in esasıdır. Bu esas, siyasî Pantürkizm’in yaşamı-gelişimi için kaynak ve Şin Cang’daki (Doğu Türkistan’daki) bölücülüğü nazari esasla-medeniyet arka görünümüyle besler. Aynı zamanda Batılı düşmanlarımızın devletimizi parçalamasına kolaylık doğurur. Bu sebeple, Pantürkizm’e karşı savaş ve onun medeniyet alanındaki derin etkisini temizlemek, ideoloji sahamızdaki uzun vadeli vazifemizdir.”
Peki Çin’in, “Pantürkizm medeniyeti” veya “Medeniyet Pantürkizm’i” dediği nedir? Cevap açık ve kesin: Türk boylarının dili, tarihi, kültürü, geleneği ve tüm ulusal var oluşunun dayanağı-kaynağı. Peki Çinli, bunların hepsini yok edebilecek mi? Tabii ki hayır, fakat bunun gayreti içerisindedir. Durum böyleyken, Uygurların Pantürkizm’e sarılmasından daha doğal bir girişim olabilir mi?!....
Bizi yok etme gayreti içerisindeki düşmanlarımıza karşı var olma savaşında, Yusuf Akçura’nın bundan 100 yıl önce yazdığı aşağıdaki ifadeler bize ilham kaynağı olacak niteliktedir :
“XIX’uncu yüzyılda cihan medeniyet tarihine en çok icraî tesir eden müessir milliyet fikridir. Milliyet fikrine, bu azim kuvvete hiçbir şey galip gelemez. Yüz binlerle muntazam ordular, bu fikir karşısında yenildi.”
Yusuf Akçura ile aynı ilkeyi paylaşan, Stalin Devri kurbanı Mirseyit Sultangaliyev de (1892-1940) şöyle sesleniyordu:
“Panrusçular, Sovyetler Birliği’ni kurup, gerçekten birliğe getirilmiş-parçalanmaz Rusya’yı, yani büyük Rusçuların başka halklar üzerindeki egemenliğini yaratmayı doğal olarak isterler... Oysa Rusya’daki son devrim tecrübelerinden biz şu sonuca vardık ki, Rusya’da egemenlik ne gibi bir sınıfın elinde olursa olsun, onların hiçbiri, bu ülkeyi geçmişteki “büyüklüğü”ne ve gücüne kavuşturamayacaktır. Rusya’nın ulusal devletlere ve Ruslar devletine dağılması ve bölünmesi kaçınılmazdır. Bu katmaktan ayrılmaya giden tarihî zorunluluk sürecidir. Şimdiki SSCB şekline bürünen önceki Rusya’nın ömrü uzun değil, geçicidir. Bu ölüm öncesindeki son nefes, son çırpınıştır.”
Sultangaliyev’in dediği gibi, Rusya’nın dağılması nasıl kaçınılmaz yazgı olmuşsa, ileride Çin’in dağılması da, tarih bilimi ve Türkçülük ilkesi açısından öyle kaçınılmaz yazgıdır.
Türkçülüğün embriyon-türeme devri, gerçi İsmail Gaspıralı’nın (1851-1914) yaşadığı yıllara denk gelse de, Türkçülüğün bir siyasî ilke olarak dünyada kendini hissettirebilmesi, Yusuf Akçura’nın “ÜÇ TARZ-I SİYASET” adlı eseriyle başlamıştır. Yusuf’un eniştesi olan İsmail Bey, tüm Türk boylarında anlaşılır biçimde hazırlanmış “Tercüman” gazetesinde (1883-1918) “dilde, fikirde, işte birlik” formülünü işlerken, İslam ve Türk sentezi görüşüne ağırlık veriyordu. Ünlü Türkçülerden sayılan Ziya Gökalıp da (1876-1924) “Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak” şeklindeki formülünde İslam’ı merkezî öğe olarak algılıyordu. Oysa Yusuf Akçura, İslam’ı saf dışı bırakmış, yalın bir Türkçülük ile ortaya çıkmıştı.
İslam’ın, ana ulusunun (Arapların)-ana topraklarının (Arap ülkelerinin) bile birliğini sağlamada etkili olamadığı düşünüldüğünde, başka ulusların (Arap olmayan ulusların) birliği için hizmet edebilmesi elbette olanaksızdı. Çünkü İslam Orta Çağlara özgü bir dindi. Bu din Yeni Çağa özgü siyasî birliğin yükümlülüğünü elbette üstlenemezdi. Bu mantığı kavrayan Yusuf Akçura, “ÜÇ TARZ-I SİYASET”inde, günümüzün laiklik anlayışının tıpatıp aynısı olan şu düşünceleri yazıyordu:
“Zamanımız tarihinde görülen genel akım ırklardadır. Dinler, din olmak nedeniyle gittikçe siyasî önemlerini, kuvvetlerini yitiriyorlar, toplumsal olmaktan çok kişileşiyorlar, cemiyetlerde vicdan özgürlüğü, din birliği yerini alıyor. Dinler cemiyetlerin işlerini düzenleyici olmaktan vazgeçerek kalplerin kılavuzluğunu üzerlerine alıyorlar. Ancak Tanrı ile kul arasında bir vicdan bağı durumuna geliyorlar.”
Yusuf Akçura’nın (1876-1935) bu eseri, Rus-Japon Savaşı’nın başlarında, 1904 yılının mart ayında kaleme alınmış, tez karakteri taşıyan büyük bir makaledir. Bu makalenin kaleme alındığı tarih ve o tarihte cereyan eden olay dikkate değerdir: Rus-Japon Savaşı (1904-1905).... Rusya’nın Asyalı bir küçük devlete yenik düşeceği, savaşın başından bellidir. Bu da Türklüğün ezelî ve ebedî düşmanı olan Rusya’nın karşı koyulamayacak derecede güçlü bir kuvvet olmadığını kanıtlıyordu. Birinci Rus Devrimi (1905) patlak verir. Bu fırsatı değerlendiren Tatar aydınları arasında Rus egemenliğine karşı eylemler baş gösterir, öncü rolünü üstlenenlerin başında Pantürkizm’in babası olarak bilinen Yusuf Akçura gelmektedir.
Yusuf 02.12.1876 tarihinde İdil nehri kıyısındaki aslî Tatar şehri olan Simbir’de dünyaya gelmiştir. Maalesef bu şehir, bugünkü Rusya içinde kalan Tatarıstan haritasının güney sınırı çizgisinin dışında görünmektedir. Yusuf ata cihetinden de, ana cihetinde de varlıklı, itibarlı bir aileye mensuptu. Ünlü İsmail Gaspıralı eniştesi idi. Böyle bir aile ortamından gelmesi, Yusuf’u rahat bir çocukluk yaşamı için aday göstermekteydi. Oysa ki hiç de öyle olmamış. İki yaşını bitirmeden babası ölmüş, anası çuha fabrikalarını iyi yönetememiş, işler moral yıpratıcı düzeyde bozulunca, Banu Hatun oğlu Yusuf ile İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış (1883).
İdil kıyılarından Boğaziçi sahillerine geldiğinde Yusuf yedi yaşında bir çocuktu. Yusuf, normal denecek bir ilk ve orta öğrenim gördükten sonra Harp Okuluna girer, çalışkanlığı ile dikkati çeker. 1897 yılında kurmay sınıfına geçmeyi başarır. Çoğu kurmay adaylarının Abdülhamit istibdadına karşı duyduğu nefreti o da duyar. Özgürlük üzerine yazılmış, okunması yasak edilmiş yazıları gizlice okur. Bir kez tutuklandı ise de bağışlanır. İkinci kez tutuklandığında, harp divanına verilerek yargılanır, askerlik mesleğinden çıkarılarak Trablusgarb’a sürgün edilir. Fakat O, uzun süre sürgün hayatı yaşamaz, bir kolayını bularak kayıkla Avrupa yakasına kaçmayı başarır, Paris’e gelir, Siyasal Bilgiler Okuluna girer. Bu okulu 1902 yılında başarıyla bitirir. Türkiye’ye dönmesi yasaklanmış olduğu için Rusya’ya, amcasının yanına döner ve burada Pantürkizm’in manifestosu olarak da bilinen ünlü eseri “ÜÇ TARZ-I SİYASET”i kaleme alır. Akçura bu eserini, Abdülhamit istibdadına karşı çalışan Genç Türkler ile ilişki kurarak, Mısır’da yayımlanan “Türk” adlı gazeteye gönderir ve basılır. Eser düşmanları arasında da, dostları arasında da büyük yankı bulur. Marks’ın “Komünist Manifestosu”(1848) kirli kapitalizm dünyasında nasıl bir etki dolu ortam yaratmışsa, Yusuf beyin bu yazısı da inleyen Türk dünyasında öyle bir etki dolu ortam yaratmıştır. Bu yazının sonuç düşüncesi, şu satırlara yüklenmiştir:
“Son olayların fikre getirdiği uzakça bir istikbalde, meydana gelecek beyazlar ve sarılar alemi arasında bir Türklük cihanı husule gelecek ve bu orta dünyada Osmanlı Devleti, şimdi Japonya’nın sarılar aleminde yapmak istediği vazifeyi üzerine alacaktır.”
İşte bu ünlü eserin doğuşunun-Pantürkizm’in yani Türkçülük ilkesinin doğuşunun bu yıl 100.yılıdır.
Türkçülük, Türk devletinin felsefesidir. Bu felsefeyi dışlayan devlet, Türk devleti olamaz. Bu felsefeye bu gün en çok muhtaç olan Türk boyu Uygurlardır. Uygurların Çin zulmünden kurtulabilmeleri ve devlet sahibi olabilmeleri, önce bu felsefeyi benimsemelerinden geçer. Bu sebeple düşmanlarımızın korkulu düşü-Türkçülüktür.
Çinceden çevrilmiş “PANTÜRKİZM MEDENİYETİ HAKKINDA ARAŞTIRMA” adlı, 181 sayfalık Uygurca bir kitap, 2000 yılında Ürümçi’de basılmıştır. Çin neden, özel uzmanların hazırladığı böyle bir yayına gereksinim duymuştur? Cevap açık ve kesin: Pantürkizm’den korktuğu için, Pantürkizm’i karalamak amacıyla. Çin Pantürkizm’den neden korkuyor? Cevap açık ve kesin: İleride Doğu Türkistan’da kurulacak devletin felsefesi Pantürkizm-Türkçülük olduğu için. Bu kitabın sonuç olarak sunduğu aşağıdaki ifadeler, düşman diliyle Pantürkizm’in tanımını yapar niteliktedir:
“Medeniyet Pantürkizm’i, siyasî Pantürkizm’in esasıdır. Bu esas, siyasî Pantürkizm’in yaşamı-gelişimi için kaynak ve Şin Cang’daki (Doğu Türkistan’daki) bölücülüğü nazari esasla-medeniyet arka görünümüyle besler. Aynı zamanda Batılı düşmanlarımızın devletimizi parçalamasına kolaylık doğurur. Bu sebeple, Pantürkizm’e karşı savaş ve onun medeniyet alanındaki derin etkisini temizlemek, ideoloji sahamızdaki uzun vadeli vazifemizdir.”
Peki Çin’in, “Pantürkizm medeniyeti” veya “Medeniyet Pantürkizm’i” dediği nedir? Cevap açık ve kesin: Türk boylarının dili, tarihi, kültürü, geleneği ve tüm ulusal var oluşunun dayanağı-kaynağı. Peki Çinli, bunların hepsini yok edebilecek mi? Tabii ki hayır, fakat bunun gayreti içerisindedir. Durum böyleyken, Uygurların Pantürkizm’e sarılmasından daha doğal bir girişim olabilir mi?!....
Bizi yok etme gayreti içerisindeki düşmanlarımıza karşı var olma savaşında, Yusuf Akçura’nın bundan 100 yıl önce yazdığı aşağıdaki ifadeler bize ilham kaynağı olacak niteliktedir :
“XIX’uncu yüzyılda cihan medeniyet tarihine en çok icraî tesir eden müessir milliyet fikridir. Milliyet fikrine, bu azim kuvvete hiçbir şey galip gelemez. Yüz binlerle muntazam ordular, bu fikir karşısında yenildi.”
Yusuf Akçura ile aynı ilkeyi paylaşan, Stalin Devri kurbanı Mirseyit Sultangaliyev de (1892-1940) şöyle sesleniyordu:
“Panrusçular, Sovyetler Birliği’ni kurup, gerçekten birliğe getirilmiş-parçalanmaz Rusya’yı, yani büyük Rusçuların başka halklar üzerindeki egemenliğini yaratmayı doğal olarak isterler... Oysa Rusya’daki son devrim tecrübelerinden biz şu sonuca vardık ki, Rusya’da egemenlik ne gibi bir sınıfın elinde olursa olsun, onların hiçbiri, bu ülkeyi geçmişteki “büyüklüğü”ne ve gücüne kavuşturamayacaktır. Rusya’nın ulusal devletlere ve Ruslar devletine dağılması ve bölünmesi kaçınılmazdır. Bu katmaktan ayrılmaya giden tarihî zorunluluk sürecidir. Şimdiki SSCB şekline bürünen önceki Rusya’nın ömrü uzun değil, geçicidir. Bu ölüm öncesindeki son nefes, son çırpınıştır.”
Sultangaliyev’in dediği gibi, Rusya’nın dağılması nasıl kaçınılmaz yazgı olmuşsa, ileride Çin’in dağılması da, tarih bilimi ve Türkçülük ilkesi açısından öyle kaçınılmaz yazgıdır.
Bu xəbər oxucular tərəfindən 1245 dəfə izlənilmişdir!
Yahoo | |||||||
Del.icio.us | Digg | StumbleUpon | FriendFeed |