Şrift:
"TÜRK'ÜN DIŞLANMASI pkk TALEBİDİR, BUNA İZİN VERMEYİZ"
06.01.2016 [12:20] - Xəbərlər, Türk dünyası-Turan
MHP Lideri Devlet Bahçeli, TBMM'de partisinin grup toplantısında konuştu. Yeni yılın ilk grup toplantısını yapan Bahçeli, "Türklüğün ve Türk Millleti'nin Anayasa'dan çıkarılmasına izin vermeyiz" dedi.

BENGÜ TÜRK - Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli, TBMM'de partisinin grup toplantısında konuştu. Yeni yılın ilk grup toplantısını yapan Bahçeli, "Türklüğün ve Türk Millleti'nin Anayasa'dan çıkarılmasına izin vermeyiz" dedi.

İŞTE BAHÇELİ'NİN KONUŞMASI:

"2016’nın bu ilk grup toplantısına başlarken sizleri en halisane duygularımla selamlıyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Yeni yılınızı bir kez daha kutluyor, hayır ve güzelliklere vesile olmasını, anlaşmazlıklardan doğan darboğazların, husumetten beslenen katılıkların son bulmasını Rabbim’den niyaz ediyorum.

Türkiye’miz maalesef geride kalan yıl içinde düzensizliğin, bozguncu emellerin zalim pençe darbeleriyle tökezlemiş, tarihi yürüyüşü kesintiye uğratılmıştır. Nitekim 2015’e kaybedilmiş, ziyan olmuş, israf edilmiş bir yıl dersek abartmamış, aksine isabetli bir değerlendirmede bulunmuş oluruz.

AKP’yle geçen her yılın milletimize herhangi bir hayrının dokunmadığını, bundan sonra da dokunmayacağını yaşıyor, görüyor, tecrübeyle de biliyoruz. 2015’e terör kanlı mührünü vurmuşsa, bunun vebali AKP’nin sırtındadır.

2015’de bölücülük isyan bayrağını kaldırmışsa, milli beka ağır bir hasar almışsa bunun arkasındaki asıl provokatörün AKP olduğu besbellidir. Yılların ihmal ve tavizleri milletimize pahalıya mal olmuştur.

Hainler, insan canına kast etmiş katiller, 2015’i adeta cinayet ve cinnet yılına çevirmiştir. Türkiye dört bir koldan saldırı ve ateş altına alınmıştır. Her neviden terör örgütü ülkemizi mesken tutmuştur.

Canlı bombalar Suruç’tan başkentin göbeğine kadar ölüm tezgahı açmışlar; öldürerek, korkutarak, yıldırarak amaçlarına ulaşmak istemişlerdir. Hükümet ise çaresizce terörün meydan okumalarını sineye çekmiştir.

Her şey bununla kalmamıştır; kan nehir gibi akarken terörün bittiğini müjdeleyenlerden, çözüm sürecine methiyeler düzenlerden ne bir ses, ne de bir görüntü gelmiştir.

Hani 63 akılsız vardı ya, işte bu güruh 2015’de adeta firar etmiş, köşe bucak saklanmıştır. Ne zaman Türkiye aleyhine bir sahne kurulsa, ne zaman milli değerlere karşı operasyon ve propaganda mangası teşkil etse anında yerlerini alan bu 63’lüklerin, bugüne kadar ağızlarından bir kez vatan, bir kez millet namına övücü söz çıkmamıştır.

Biz bu 63’lüklere akılsız dediğimiz zaman alınganlık gösterenlere, yine bu 63 sözde akilden birisinin; “Biz aklımızı falan kullanmıyorduk. Lüzumsuz adamlardık. Heyet konu mankeni gibiydi.” sözlerini de yeri gelmişken hatırlatmak isterim.

Şu işe bakınız ki, AKP-pkk işbirliğiyle aranıp bulunan, sonra 7 bölgeye özenle sevkiyatı yapılan 63 lüzumsuz adamdan şimdilerde eser yoktur.

Şehit gelmiş, vatan gitmiş, Türkiye Suriye ve Irak’a dönmüş, bunlar için önemsizdir, üzerinde durmaya değmeyecektir. Fakat sıra pkk tezlerinin anlatılması, kanlı niyetlerin aklanması safhasına geçtiği anda bunların öne çıkmaları, özgürlük ve demokrasi elçisi kesilmeleri ise sürpriz sayılmamalıdır.

2015’de pkk fren tutmamış, insaf ve vicdan tanımamıştır.

Şayet pkk, bugünkü aşamaya geldiyse, şayet şu anki güç ve imkanına kavuşmuşsa bunun günahı bütün işbirlikçi mihraklardan önce AKP’nindir.

AKP, pkk’ya taşıyıcı bedenlik yapmış, silahlanmasına göz yummuş, sonra da çark edip üst perdeden verip veriştirmiştir.

pkk 11 Temmuz’da sözde ateşkesi bitirmiş, 14 Temmuz’dan itibaren sözde devrimci halk savaşını başlatmıştır. Ne tesadüftür ki, koalisyon şartlarının doğduğu, AKP’nin tek başına iktidarı kaybettiği 7 Haziran Milletvekilliği Genel Seçimlerinden sonra pkk saldırılarını eşzamanlı yoğunlaştırmıştır.

Sanki gizli ve vahşi bir el 7 Haziran’ın intikamını almak için devreye girmiş, böylelikle terör kartı tekrar açılmıştır. Uzun süreli çabalar neticesinde kaos fitili tutuşturulmuştur. Bölücü terör, AKP’nin müsaadesi ve ataletiyle Doğu ve Güneydoğu’nun hücrelerine kadar sinmiştir.

2015 yılında tarihte eşine az rastlanır bir gaflet, dalalet ve hatta hıyanet AKP’ye nüfuz etmiştir. Yine bu yıl içinde siyaset tamamıyla ayağa düşmüş, devlet yönetimi liyakatsiz ve millikten mahrum kadroların tekeline girmiştir. Bunun yanında demokrasi rafa kalkmış, bireysel hak ve özgürlükler tanınmamış, medya susturulmuş, hukuk ve adalet karaborsaya düşmüştür.

Türkiye Cumhuriyeti 7 Haziran’dan sonra tarihinde görülmedik rezaletlere, kumpaslara, komplolara mahkûm edilmiştir. Erdoğan ve Davutoğlu koalisyon kurulmaması, ülkemizin düzlüğe çıkmaması için oyun üstüne oyun planlamışlardır.

Erdoğan, sırf bireysel hırs ve gizli gündemi uğruna ülkeyi hükümetsiz bırakmak, muhtemel koalisyon hükümetinin önüne geçmek için her tuzağa, her tertibe müracaat etmiştir. Bir yanda bölücü terörün hain eylemleri, diğer yanda Erdoğan ve Davutoğlu’nun çifte standartçı ve ahlaken sorunlu tavırları Türkiye’nin içe kapanmasına neden olmuştur.

Erdoğan ve Davutoğlu 7 Haziran’ı sorgulatarak, sandık sonuçlarını yok sayarak tekrar seçimin şartlarını oluşturmuşlardır.

Türkiye 7 Haziran’dan 4 ay 23 gün sonra, yani 1 Kasım’da ikinci seçime mecbur bırakılmıştır. Siyasi tarihimizde ilk kez böylesi bir vaka yaşanmıştır.

Koalisyondan korkan, uzlaşmadan kaçan, bu itibarla Türkiye’yi istikrarsızlığa, terörün kanlı namlusunun önüne kasten iten AKP’den başkası olmamıştır.

Öyle ki 7 Haziran’dan sonra geçici AKP hükümeti Türkiye’yi hepten geriletmiş, ilkel ve zalim dürtülerin keyfine hiçbir vicdan azabı duymadan bırakmıştır.

Beyaz Toroslu korkutma taktikleriyle, iftiralarla, karalama kampanyalarıyla ve yandaş medya çarpıtmalarıyla giden iktidar tekrar kazanılmaya çalışılmıştır.

AKP, Türkiye’yi çembere almış, demokrasiyi çengele asmıştır.

Erdoğan AKP’yi parmağında oynatmış, Davutoğlu’nun elini kolunu bağlamakla kalmamış, irade ve inandırıcılığını da sıfırlamıştır. Biz bunu farklı örnek ve uygulamalarıyla açıkça gördük. Sahnelenen oyunu okuduk, taraf ve faillerinin amacını net olarak anladık.

Erdoğan’ın koalisyon hükümeti kurulmasına karşı kökleşmiş direncini hem çelişki dolu mesajlarından hem de sinsi tutumundan açıkça çıkardık. Davutoğlu’nun ise yalnızca ve yalnızca kaçak sarayın planına refakat eden bir siyaset figürü olduğunu da isabetle teşhis ettik. Buna rağmen, Türkiye’nin çaresiz olmadığını dürüstçe açıkladık.

Aynı zamanda üç hilale oy veren aziz vatandaşlarımızın da talebi olan 4 milli ilkemizin kabulü halinde değil elimizi gövdemizi taşın altına koymaya hazır olduğumuzu ısrarla söyledik. Minderden kaçmadık. Anlamsız, uyduruk, bizi mahcup edecek bahanelere sığınmadık.

Türkiye’nin hükümetsiz kalmaması amacıyla farklı partiler arasında oluşacak koalisyon modellerini safiyetle ve samimiyetle muhataplarımıza teklif ettik. Yeter ki Türkiye kazansın, biz kaybedelim dedik.

Mensubiyetinden onur duyduğumuz büyük Türk milleti milli birlik ve kardeşlik ruhunun kılavuzluğunda huzuru yakaladıktan, kronikleşmiş sosyal ve ekonomik sorunları çözüldükten sonra koalisyonu oluşturan partilerin ideolojik ve politik kimliğinin ne önemi olacaktır?

Biz, önce ülkem ve milletim, sonra partim ve ben diyen bir anlayış ve kavrayış tutarlığını rehber edinmedik mi?

Bizim milliyetçiliğimiz Türk milletine karşı beslenen derin ve köklü bir sevginin tezahürü değil midir?

Biz Türkiye’nin büyümesi, zenginleşmesi, muasır medeniyetler seviyesine çıkmasını istemiyor muyuz? Elbette istiyoruz, bunu amaçlıyoruz. O halde, başka siyasi partileri bilemem, ama bizim hassas olmak gibi bir mecburiyetimiz, fedakârca davranmak gibi de bir özelliğimiz olmalıdır.

Önce koltuk diyerek ilkelerimizi yok saysaydık, kırmızı plakalara kurulmak pahasına tüm sözlerimizi yutsaydık, bunu ecdada, bunu şehitlerimize, bunu Türklüğün vicdanına nasıl izah edecektik?

Hırsızı görmesek, rüşveti konuşmasak sorun yoktu.

Anayasanın ilk dört maddesini müdafaa etmesek yine sorun yoktu. İhanet sürecini ağırdan alsak, Erdoğan’ın Anayasa ihlallerini hoş görsek, parlamenter sisteme vurulacak darbeyi olağan karşılasak her şey bambaşka olurdu.

Türklük gurur ve şuuruna yönelik hakaretlere gözümüzü kapatıp, açılan habis savaşa ses çıkarmayıp, hatta ortak olsaydık ve sonra da uzatılan iktidar koltuğuna otursaydık, bizlere nasıl ülkücü denilecek, Milliyetçi Hareket Partisi tarihe nasıl geçecekti?

Biz 7 Haziran’dan 1 Kasım’a kadar geçen kısa, ama yoğun sürede doğru ve olması gerek neyse onu yaptık, onu söyledik, onun yanında durduk. Her konuda haklı çıktık. Hiçbir görüşümüzde açığa düşmedik, öngörü hatası yapmadık.

Fakat Erdoğan ve Davutoğlu’nun koalisyon mimarisini müştereken sabote etmesi, doğrudan bizi hedefine alan algı operasyonları, devreye sokulan kirli propaganda sayesinde hayırcı olduk, hayırcı gösterildik.

2015 yılının en unutulmayacak yalan ve aldatması bizim hayırcı olduğumuz iddiasıdır. Biz hayır demesini de, evet demesini de iyi biliriz.

Türk milletinin yararına, Türkiye’nin yüksek menfaatlerine, Türklüğün hayrına itirazlarımız hayırcılıkla suçlanıyorsa, evet biz hayırcıyız, hayırda da hayır var diyoruz.

Belki kendimizi iyi anlatamadık. Belki daha fazla insanımıza ulaşamadık. Belki de isabetle temellendirdiğimiz doğru strateji ve politikalarımızı aktarmakta engellerle karşılaştık.

Hayırcı olarak afişe edilmemizin sebebi ne olursa olsun, 7 Haziran’dan 1 Kasım’a kadarki haklı olduğumuz mücadeleyle ilgili lazım gelen ders ve sonuçları yine de detaylarıyla çıkardık.

Soyuluyoruz dediğimizde, hayırcı diyorlardı. Ancak soygun sürüyordu. İhanet köşe başlarını tuttu dediğimizde, hayırcı diyorlardı, ama güneşi balçıkla sıvamanın saçmalığı gizlenemiyordu.

Türkiye kötü yönetiliyor, vatandaşlarımızın aş ve iş sorunları dayanılmaz seviyelerde dediğimizde, hayırcı korosu iştahla, utanmazca çalışıyor, algıları etkiliyor, siyaseti terörize ediyordu.

Biz haramzadeler götürüyor derken, onlar hayırcı diyorlardı. Biz müzakereciler iş tutuyor derken, onlar her şeye hayır dediğimizi söylüyorlardı.

Biz herkes eşittir Türkiye derken, onlar Kürdistan diyecek kadar alçalıyor, alçaklaşıyor, bayağılaşıyor, pkk’ya ilik nakli yapıyorlardı. Biz buradayız, düne nazaran daha da azimliyiz ve Türk milletinin sadası olmak için insanüstü gayret gösteriyoruz.

Şunu gönül huzuruyla ifade etmek isterim ki, 7 Haziran’dan 1 Kasım’a kadar geçen sürede Milliyetçi Hareket Partisi milli, sorumlu ve ahlaklı siyasetini kararlı bir şekilde savunmuştur. İlkelerimizi nefsani arayışlara, kısa vadeli arzulara değişmedik. Bundan sonra da değişmeyeceğiz.

Ülkülerimizi siyasi çıkarlara, gelip geçici heveslere çiğnetmedik. Bundan sonra bırakınız çiğnetmeyi, aklından geçirenlerle hesabımız olacaktır.

Bedeli ne olursa olsun, sonu nereye varırsa varsın; şeref ve namus timsali Milliyetçi Hareket’in varlığını hakkıyla, layıkıyla sahiplendik, dava hukukunu herkese karşı da müdafaa ettik. Bu yolda yürümeye de devam edeceğiz. Bizim başkalaşmamızı umanlar, millete verdiğimiz sözleri unutmamızı isteyenler doğal olarak hayal kırıklığına gömüldüler. İnanıyorum ki, bir daha da başlarını kaldıramayacaklar.

47 yıllık siyaset mazimizi karartacak, şehitlerimizin kemiklerini sızlatacak, gazilerimizin boynunu bükecek en ufak bir karakter kırılması veya şahsiyet erozyonu hamd olsun yaşamadık, yaşatmadık.

Kamuoyu araştırması yaptırıp bize 2015 yılının kaybedeni diyorlar. Huzurlarınızda söylüyorum, bunların alayı halt etmişlerdir.

Merhum Talat Paşa, şehit edilmeden önce Berlin’de kendisini görenlere aynen şöyle söylemişti: “Ne yapalım kader böyleymiş, harbi kazansaydık İstanbul’da heykellerimizi dikerlerdi, lakin kaybettik diye sövüyorlar.”

Yine aynı kamuoyu araştırmasında kazanana bakıyorum, eğer kazanmak için değerlerden ve ahlaki kaidelerden taviz gerekiyorsa, biliniz ki biz her zaman kaybetmeye razıyız.

Haklılık, doğruluk ve millilik kendini duyuracağı gür ve güçlü bir ses aramaktadır. İşte o ses Milliyetçi Hareket’tir. Milliyetçi Hareket Partisi, hastalıklı bir bünyenin aramakta olduğu tek ve yegâne şifadır.

Bu milli şifaya zehir karıştırmak, bu tarihi şifayı şirret hesaplara alet etmek biz varken, biz hayattayken ve şehitlerimizin aziz hatıraları manevi semalarımızda dolaşırken kesinlikle mümkün değildir, kesinkes ham bir hayaldir.

Diğer alanlarda olduğu gibi, 2015 yılında Türkiye ekonomisi de dibe vurmuştur. Hayat pahalılığı artış göstermekle birlikte günlük ve insani ihtiyaçlar güç bela karşılanmıştır.

Üzüntümüz odur ki, yeni yılla beraber sağanak gibi yağan zam ve vergi artışları mağduriyet ve perişanlıkları şiddetlendirecektir.

Lükslerinden kısmayan, israftan kaçınmayan saray ve hükümetin orta ve dar gelirli insanımızı bunaltan sözde fiyat ayarlamaları ahlaka sığmadığı gibi insani de görülemeyecektir.

Yandaşlar devlet hazinesine kapılanıp keyif sürerken, vatandaş nasıl geçineceğini, nasıl doyacağını, nasıl barınacağını kara kara düşünmektedir. Uyarmak isterim ki, böylesi adaletsizlikler sosyal ve ekonomik patlamaların hazırlayıcısı, teşvik edicisidir.

2015’de çarşı, pazar, bakkal masrafları vatandaşlarımızı zora sokmakla kalmamış, mutfaklarda tencereler boş kaynamış, sofralardaki ekmekler dilim dilim azalmıştır.

2015 yılına ait enflasyon hedefi ve büyüme tahminleri tutmamıştır. Yatırımlar durmuş, jeopolitik riskler ekonomiyi can evinden vurmuştur.

Yüzde 8,81’lik enflasyon oranı, daralan ihracat pazarları, azalan refah, borçlanan milyonlar, bozulan gelir dağılımı adaleti ekonominin ne hallere düşürüldüğünün hazin bir göstergesidir.

2015 yılında 850 milyar dolar olması hedeflenen Gayri Safi Yurt İçi Hasılanın 700 milyar doların biraz üstünde gerçekleşmesi, 10 bin 936 dolar planlanan kişi başına düşen gelirin ise 9 bin 200 dolara inmesi beklenmektedir.

Milletimiz vahim ölçüde fakirleşmektedir.

Hükümetin kurnazca, Orta Vadeli Plan’da kişi başına geliri Satın Alma Gücü Paritesi hesabıyla belirlemesi bir işe yaramayacak, ekonomideki söküğü yamamaya yetmeyecektir.

Bir avuç mutlu azınlık, saray beslemesi küçük bir elit zümre servetine servet eklerken; Erzurumlu Hasan yoksullaşmış, Adıyamanlı Mehmet muhtaç hale gelmiş, Manisalı Hatice Bacı derdine dert katmıştır. Türkiye ekonomisinde tüm cepheler bölgesel ve küresel sorunlara paralel şekilde çökmüştür.

Hükümetin çürük dış politikası sonucunda ticaret durmuş, esnaf, işadamı, müteşebbis sıkıntı üstüne sıkıntı yaşamak durumunda kalmıştır.

Dönmeyen çekler, ödenemeyen senetler, karşılanamayan cari giderler, kapatılamayan açıklar ekonomik hayatı yangın yerine çevirmiştir.

Ülkemiz yalnızlaşırken, ekonomi darlık ve kıtlığa hapsolmuştur.

Sayıları 2,5 milyona yaklaşan Suriyeli sığınmacıların yarattığı ilave sosyal ve ekonomik maliyet her geçen büyümüş, bu nedenle Türkiye istikrarsızlığın, risk ve belirsizliklerin yörüngesine sabitlenmiştir.

2015’de Türk lirası inanılmaz ölçülerde değer kaybetmiştir. Şişirilmiş, üzerinde oynamalar yapılmış hormonlu rakamların ne söylediği şöyle dursun, işsizlik ve yoksulluk toplumsal hayatı mahvetmiştir.

Dış politikadaki eksen kaymaları, politika tutarsızlıkları, hükümetin imkan ve iddiaları arasındaki muazzam çelişkiler ülkemizin belirleyicilik ve etkinlik vasfını köreltmekle kalmamış, ekonomiye de yük bindirmiştir.

AKP’nin ekonomideki iflasının yanında, iç ve dış politikadaki başarısızlıkları artık dizginlenemeyecek boyutlara ulaşmıştır. Türkiye çevresindeki hiçbir gelişmeye müdahil olamamış, hiçbir komşu ülkeye sözünü geçirememiştir.

Suriye politikası enkazdır. Irak politikası çöplüktedir. Mısır politikası rehinlidir. Rusya politikası kriz geçirmektedir. Neredeyse dost ve komşu ülke kalmamıştır.

Erdoğan’ın sivri dili, hayalci ve omurgasız politikaları Türkiye’yi boğmuş, eski hakimiyet havzalarımızda acıklı ve utanılacak durumlara taşımıştır.

Hükümet sınırlarımız ötesindeki vatan toprağı olan Süleyman Şah Türbesi’ni 2015 yılında teröristlere teslim ederek kaçmıştır.

Davutoğlu’nun stratejik derinlik kabusu ayak bağı olmuş, milli kabul ve gerçeklerle bağdaşmayan teorik çatısı Türkiye’nin üstüne göçmüştür.

Dış politikada, milli ve tarihi gerçeklerden uzak tasavvur ve teklifler birer birer hüsrana davetiye çıkarmıştır. Erdoğan’ın, düne kadar terörist devlet dediği İsrail’e muhtaç olduğumuzu, ihtiyaç duyduğumuzu söylemesi ise yakın tarihin en talihsiz, en katıksız çarkı ve açıklaması olmuştur.

Erdoğan da ilke ve istikrarlı bir duruş yoktur.

Maalesef AKP sayesinde, 2015 yılı da kaybedilmiştir. Kaybedenlerin kazanması, kayıplara neden olanları sürekli kazançlı çıkması tarihi bir tramva ve buhran alametidir.

Bunun düzeltilmesi ve tamiri muhakkak yapılmalı, Türkiye AKP’den mutlaka kurtarılmalıdır. Bunu da yapacak olan Milliyetçi Hareket Partisi’dir.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin özü batıl, görüntüsü batık olanlarla başa çıkacak, onlara baş eğdirecek gerçek bir millet eseri olduğunu dost düşman herkes günü geldiğinde görecektir.

Türk milleti 140 yıldır anayasa tartışmalarına şahit olmaktadır.

Ne var ki herkesin ittifakla benimsediği, görüş ayrılıklarının bıçak gibi kesildiği bir anayasa henüz bulunmamış, hala yazılmamıştır.

Farklı dönem ve tarihlerde bu kronik anlaşmazlık konusu tekrar nüksetmekte, tekrar gündeme gelmektedir. Her kesim, her akım ve dünya görüşü siyasi ve ideolojik dürtülerine göre bir anayasa modeli önermektedir. Bugüne kadar hep böyle olmuştur.

Sanki anayasa değişince veya yeni bir anayasa yapılınca Türkiye kanatlanacak, bir çırpıda sorunlarından sıyrılacak, yeryüzü cenneti haline gelecektir. Servisi yapılan propaganda sürekli böyle olmuştur.

Halbuki anayasalar toplumsal mutabakat ve sözleşmenin yazılı belgeleridir. Dikkat ediniz, önce mutabakat, sonra da bunun yazıya dökülme safhası gelmektedir.

Anayasa birlikte yaşamanın sınırlarını çizen, asgari kurallarını tescil eden hukuki, siyasi ve idari teşkilatlanmanın teyit edilmiş, kararlaştırılmış halidir. Ve bir sonuçtan ibarettir.

Ne kadar kapsayıcı anayasa yaparsanız yapınız, uygulanmadıkça ve riayet edilmedikçe bir sonuç doğurmayacaktır. Türkiye bu açmazı, bu keşmekeşi yıllarca her seviyede yaşamıştır.

Anayasaların çağın ihtiyaç ve yönelimlerine göre yenilenmesi, yeni baştan yazılması elbette mümkün ve hatta zorunludur.

Ancak yeniden yazıyoruz kisvesiyle, anayasanın içine yerleştirilecek karanlık ve kindar hevesleri hoş görmek, bunlara kulak tıkamak bir o kadar ahlak dışı ve vatana ihanetle eşdeğer bir sapma halidir.

Anayasa herhangi bir parti veya siyasal hareketin mahsulü değil, topyekûn 78 milyonun tamamına ait olmalı, zamanlar üstü bir zeka ve demokratik ölçülere dayanmalıdır.

Bugün Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyaç duyduğu inkar edilmez bir gerçektir. 140 yıllık anayasa tartışması diyalog ve kapsayıcı uzlaşmayla bitirilmelidir. Parti olarak biz de bu konuda olumlu ve sıcak bir tutum içindeyiz.

Yeni anayasa beklentilerinin, bu çerçevedeki tazyik ve arayışların arttığını yakinen biliyor ve müşahede ediyoruz.

Özellikle Erdoğan ve Davutoğlu’nun yeni anayasa konusundaki ısrar ve çabaları milletimizin gözü önünde cereyan etmektedir. Bu maksatla Başbakan Davutoğlu Meclis’te grubu bulunan partilerle temas kurmuş, sırasıyla görüşmelere başlamıştır.

Davutoğlu ve beraberindeki heyet ilk önce 30 Aralık 2015 günü TBMM’de Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı ve arkadaşlarını ziyaret etmişlerdir. Bu görüşme 2 saat 15 dakika sürmüştür.

Medyaya yansıyan haberlere göre iki genel başkan yeni anayasanın yanı sıra, Meclis İçtüzüğü’nün değiştirilmesi, reformlar, terörle mücadele, bütçe, AB süreci ve uluslararası gelişmeleri değerlendirmişlerdir.

Anlaşıldığı kadarıyla AKP ile CHP Türkiye’nin çoğulcu, özgürlükçü, demokratik ve sivil bir anayasaya kavuşturulması hususunda uzlaşmaya varmışlardır.

Davutoğlu başkanlığındaki AKP heyeti ikinci ziyaretini dün saat 14’de Meclis grubumuzda partimize gerçekleştirmiştir. Bu görüşme de 1 saat 45 dakika sürmüştür.

Son derece yararlı, nazik ve olumlu bir havada geçen görüşmede başta anayasa olmak üzere; TBMM İçtüzüğü, bütçe süreci, terörle mücadele, iç ve dış siyasi gelişmeler ele alınmış, karşılıklı düşünceler paylaşılmıştır.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak yeni bir anayasa yapılması konusunda herhangi bir engel görmediğimizi, bu kapsamda üzerimize düşeni yapacağımızı samimiyetle muhataplarımıza ilettik.

19 Ekim 2011 tarihinde çalışmalarına başlayan ve Meclis’te grubu bulunan siyasi partilerin eşit sayıda temsilci vermeleriyle vücut bulan Anayasa Hazırlık ve Uzlaşma Komisyonu’nun tekrar canlandırılmasını faydalı bulduğumuzu söyledik ve bu konuda da mutabık kaldık

Bu komisyonun çalışma usul ve esaslarının belirlenerek, daha önceden kabul edilen 60 maddenin aynen korunması hususunda fikir birliğine vardık. Temennimiz milletimize hak ettiği ölçü, kalite ve nitelikte bir anayasa yapılması ve kazandırılmasıdır.

Anayasalar zamanın ruhuna, insan ihtiyaç ve beklentilerine, devlet-birey ilişkilerinin değişen çapına, toplumsal arayış ve yönelişlere cevap vermeli ve toplumsal dinamiklerin arkasına düşmemelidir. Fakat AKP heyetine çekincelerimizi de açık yüreklilikle dile getirdik.

AKP sivil anayasa yapılmasını istemektedir. Başkanlık sistemine geçilmesini önermektedir. Tıpkı 1982 Anayasa’sında olduğu gibi, bir anayasanın sivil bir kimlik taşıması için siviller tarafından hazırlanması yeterli değildir.

Anayasanın millet tarafından onaylanmış olması da anayasayı sivil bir hale getirmemekte, vesayetten kurtarmamaktadır. Yine 82 Anayasası’nın halkın yüzde 90’ı aşan bir çoğunlukla kabul edildiği unutulmamalıdır.

Halkoylamasında kabul edilip yürürlüğe girmiş olması, 82 Anayasa'sının sorunlu bir hukuki metin olduğu gerçeğini örtbas etmemiştir.

Anayasaya ahlaki ve milli bakışın yanında, yüklenen anlam ve zihniyet berraklaşmadan istenen hedeflere ulaşmak, anlaşmazlıkların önüne geçmek bize göre imkânsızdır.

Yüksek bir katılım ve halk desteğiyle yazılacak, bireysel hak ve özgürlükleri güvenceye alacak, kuvvetler ayrımını tam anlamıyla özümsemiş bir anayasa için sorumluluk şuuruyla hareket şarttır.

Geçtiğimiz hafta AKP sözcüsü ilk falsoyu vermiş ve demiştir ki: “Yeni Anayasa Türkiye’nin kimlik belgesidir.”

Biz kimliksiz değiliz ki anayasayla kimlik bulalım. Biz köksüz değiliz ki anayasada varlığımızı tanıyalım.

Bu yersiz söze karşı diyorum ki, Türkiye’nin kimliği anayasayla değil, yüzyıllar içinde oluşmuş tarihsel ve kültürel mirasla belirlenmiş, vatanla düğümlenmiştir.

Türkiye’nin milli kimliği Türk’tür.

Ve kimliğimiz Türk milletinin özlemlerini, milli emanetlerini yansıtmaktadır.

Bu itibarla yeni anayasada AKP’nin gündeminde olan Türk kimliğinin dışlanması, Türklüğün tasfiye planı bir pkk talebidir ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin buna çanak tutması asla düşünülemeyecektir.

Türksüz bir anayasa, kansız damar, kalpsiz vücut, cansız beden demektir. Bu ise yıkımdır.

Üzerinde yaşadığımız ülkenin ismi Türkiye Cumhuriyeti’dir.

Adına anayasa yapmak için çalışacağımız milletin ismi Türk milletidir.

Anayasadan Türk’ün silinmesi veya ayıklanması milli izmihlaldir.

pkk istedi, Erdoğan buyurdu, Davutoğlu önerdi diye Türklüğü anayasadan çıkarma teşebbüs ve girişimi milli vicdanda karşılık bulmayacaktır.

TBMM’de koltuk sayımız ne olursa olsun, Türk milletinin anayasa vasıtasıyla bölünmesini, etnik kafilelere ayrılmasını, ruhsuz, ufuksuz ve kimliksiz bırakılmasını hoş görmeyiz, herkes ayağını denk alsın ki, buna da müsaade etmeyiz.

Milliyetçi Hareket Partisi yürürlükteki Anayasa’nın değiştirilmesini istemekle birlikte; ilk dört maddenin tartışılmasına bile tahammül ve müsamahası yoktur.

Anayasa’da devletimizin şeklinin tanımlandığı ve Türkiye Devletinin bir Cumhuriyet olduğunu belirten birinci maddenin,

Cumhuriyet’in niteliklerinin sayıldığı ikinci maddenin,

Devletimizin bütünlüğünün, resmi dilimizin, bayrağımızın, milli marşımızın ve başkentimizin ifade edildiği üçüncü maddenin,

Ve değiştirilmeyecek hükümleri ihtiva eden dördüncü maddenin hiçbir şart altında değiştirilmesi ya da bu çerçevede teklifi söz konusu olmamalıdır.

Bizim görüşümüz nettir. Bunun dışında Anayasa’da gerekli düzenlemeler yapılabilmesinin önü de açıktır.

Erdoğan “sıfır kilometre bir anayasa yapmaktan” bahsetmektedir. Anayasayla ilgili arama konferanslarını tavsiye etmektedir. Tüm partilerin anlaştığı, üzerinde toplumsal uzlaşmanın olduğu bir anayasa beklentisi olduğunu söylemektedir. Erdoğan yeni anayasa derken asıl amacının başkanlık olduğunu da gizlememektedir.

İşin özü şudur: Erdoğan ve Davutoğlu başkanlık sistemini getirebilmek için muhtemel yeni anayasayı kılıf, fırsat, koz olarak kullanmanın peşindedir. Ancak bizzat Davutoğlu’nun başkanlık sistemiyle ilgili düşünce ve beyanları ikirciklidir.

Bilhassa 7 Haziran’dan sonra ilk kez çıktığı bir televizyon kanalında söylediği şu sözler hala kulaklarımızda çınlamaktadır:

"Parlamenter sisteme karşı değilim, hiçbir zaman da olmadım. Başkanlık sistemine geçmek istedik, ama buna halk yetki vermedi."

7 Haziran’da başkanlık vizesi vermeyen milletimiz, kısa sürede fikir değiştirip 1 Kasım’da mı vermiştir? Bu nasıl bir aymazlıktır?

Geçtiğimiz yılın Aralık ayı başlarında, Azerbaycan’dan dönerken “Türkiye’nin birinci gündem maddesi başkanlık değil” diyen Davutoğlu’dur. “Önce gerilimin düşürülmesi, her şeyin sükunetle tartışılması lazım. Ülkemizin birinci gündem maddesi başkanlık değil” sözleri de Davutoğlu’na aittir.

Bir müddet sonra Davutoğlu’nun saray ayarlı konuşmasında “Başkanlık tartışılırken kimsenin konjonktürel bakmasını tavsiye etmem. Öyle bir hükümet modeli ortaya koyalım ki, elli sene sonra torunlarımız rahat etsin. Doğru olan başkanlık sistemidir.” ifadeleri oldukça dikkat çekicidir.

Başkanlık diye tutturan, dayatmalarını sıklaştıran, bununla yatıp bununla kalkan tek kişi aslında Erdoğan’dır. Davutoğlu da gönülsüz bir şekilde Erdoğan’ın koltuk ve makam sevdasına hizmet etmektedir.

Erdoğan başkanlık sistemini savunurken öyle fahiş yanlışlara, öyle tarihi gaflara imza atmaktadır ki, bir bakıma dilinin altındaki baklayı çıkarmakta, aklının köşesindeki küflü hedefi açığa vurmaktadır.

Suudi Arabistan dönüşü düzenlediği basın toplantısında konuşan Erdoğan, herkesin gözü önünde gerçek niyetini ele vermiş ve şöyle demiştir:

“Üniter sistemde başkanlık sistemi yoktur diye bir şey yok. Hitler Almanya’sına baktığınızda orada bunu görürsünüz.”

Erdoğan Hitler’i örnek alıyorsa, Hitler Almanya’sını arzuluyorsa; gitsin Neo Nazilerin avukatlığını yapsın, gitsin Hitler’in anılarını yad etsin.

Ama aklından bir an olsun çıkarmasın ki, tarihin hiçbir döneminde Türk milletinin sinesinden Hitler çıkmamıştır. Dolayısıyla Erdoğan yanlıştadır. Ardından kaçak saraydan yapılan açıklamada, Erdoğan’ın sözleri çarpıtıldı iddiası ise tamamıyla saptırmadır.

Yeni anayasayı saray fermanı gören, parlamenter sistemi yıkmak için her türlü örtülü veya açık ittifakın içinde bulunmayı kafaya koyan Erdoğan’a Türk milleti göz açtırmayacak, sarayın oyununu bozacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi başkanlık sistemine tümden karşı olup parlamenter sistemin revize edilerek güçlendirilmesinden yanadır.

Planlanan ve geniş katılımlı olmasını istediğimiz yeni anayasa hazırlık çalışmalarında başkanlık sisteminin tıkaç işlevi görmemesi en halisane dileğimizdir.

Davutoğlu iradesini göstersin ve gözlerini açsın, başkanlık sistemi Erdoğan’ın şahsi ikbal ve ihtirasıdır. Buna alet olmasın, fırsat vermesin.

Erdoğan’ın mizacıyla başkanlığın diktatörlüğe ortam açması, üniter yapıyı imha etmesi ise kaçınılmazdır. Erdoğan’ın Hitler açıklamasının yanında, dillendirdiği bir görüşü de tevil ve tamiri imkansız zihni bulanıklığı deşifre etmiştir.

Erdoğan diyor ki, “Başkanlık sisteminin uygulamasında siz eğer adalet dağıtıyorsanız, halkın aradığı nedir, adalettir. Bu olduğu anda zaten sıkıntı olmaz.”

Hitler de bu havadaydı, Almanya’ya yapılan adaletsizliği onarmak için kendisini görevli addetmişti. Stalin de böyle düşünüyordu, sınıfsal adaletsizliği bitirmeyi gaye edinmişti.

Tarihteki tüm despotlar, tüm otokrat yönetimler adalet dağıttıklarını zannetmişlerdi. Fakat dağıttıkları hem ülkeleri hem de kendileri oldu.

Erdoğan bilmiyorsa kendisine öğreteyim: Türkiye’de adaletin dağıtıldığı tek mercii huzuruna çıkmaktan kaçtığı mahkemelerdir.

Çünkü Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir; yasama, yürütme ve yargı erklerinin denge ve denetimine dayanmaktadır.

Erdoğan’ın adalet dağıtmak yerine, 17-25 Aralık’ın hesabını vermesi, eğer konuşacak yüzü kalırsa ondan sonra adaletten bahsetmesi akla en yatkın yol ve önerimiz olacaktır.

Bir tarafta yeni anayasa ve başkanlık sistemi konuşulurken, diğer tarafta dış destekli PYD-YPG terörü Fırat’ın batısına geçmiştir.

Ayrıca, Suudi Arabistan ile İran arasındaki ilişkiler geçen haftaki bir idamdan dolayı aşırı gerilmiş, Ortadoğu kışkırtılan mezhep kutuplaşmasından dolayı adeta patlamaya hazır bombaya dönmüştür.

YPG’nin Fırat’ın batısına geçerse gereği yapılır diyen Erdoğan ve Davutoğlu yine sözlerini yemek ve yutmak durumunda kalmışlardır.

Türkiye, AKP’nin demokratik açılım dediği, bizim ise yıkım projesi olarak gördüğümüz, yine AKP’nin çözüm süreci ismini verdiği, bizim de çözülme ve ihanet süreci olarak tanımladığımız zincirleme tahribatların bedelini ödemektedir.

Süreç ihanetiyle derlenip toparlanan, dağdan şehirlere inip onbinlerce silah ve mühimmatı, tonlarca bombayı hükümetin müşahitliğinde depolayan alçaklar her gün eylem yapmaktadır.

Cizre, Sur ve Silopi’ye konuşlanan hainler polis ve Mehmetçikleri şehit etmekle birlikte beş yaşındaki çocukları enselerinden vurarak öldürmektedir.

İstanbul’da 4 yaşındaki bir yavrumuz teröristler tarafından annesiyle birlikte otomobilde saldırıya uğramıştır. Diyarbakır Sur'da dün ve önceki gün yaşanan çatışmalarda şehit düşen 2’si asker, 1’i polis olmak üzere 3 evladımıza Allah’tan rahmet diliyor, ailelerine sabır ve başsağlığı temenni ediyorum.

Barış ve özgürlük dolandırıcısı HDP’li siyasetçi ve belediyeler pkk’lı tetikçilere kuryelik yapmakla meşguldür. Davutoğlu kaçak çay içmek yerine, HDP’nin verdiği randevuyu iptal etmiş, Kandil’in yolunu göstermiştir.

Bu gelişme karşısında, biz HDP’yi flu görüyoruz dediğimizde, eleştiri oklarını yönelten demokrasi bezirganları, pkk’nın kurşun askerleri niye suspus, niçin kayıptır?

Ekranlarda saz çaldırıp HDP yalakalığı yapan, sonra da “Yanılttın bizi, Türkiyeli yüz sadece bir maskeymiş. Meğer ne kadar da safmışız." diyen kurumuş vicdan ve kof akıllar nerededir?

Evet biz dün solumuza baktığımızda flu görüyorduk, bugün ise sağımıza baktığımızda bomboş sıraları görüyoruz. Bunlar oluyorken, AKP’li İçişleri Bakanının Büyükşehir Belediye Yasası’nı tekrar gözden geçirileceğini açıklaması zamanlama itibariyle dikkat çekicidir.

2012 yılından beri bu yasanın mahsurlarını, sakıncalarını, doğuracağı handikapları anlatmamıza rağmen, AKP’nin bu kadar ağır sonuçtan sonra bizimle aynı noktaya gecikmeyle gelmesi olumlu, fakat yetersizdir. Bizim haklı eleştirilerimizi duymazdan gelen AKP zihniyeti yıllar sonra hata yaptığını anlamıştır. Ne var ki terör artmış, bölücüler küstahlaşmış ve şımarmışlardır.

Kandil’in TBMM’deki elebaşları, 26-27 Aralık’ta Diyarbakır’da toplanan Demokratik Toplum Kongresi’nde özyönetim ilanı yapmışlardır.

Özünde kan ve cinayet bulunanların özyönetim teklifi cezasız ve yaptırımsız bırakılmamalıdır.

HDP’nin Rusya işbirlikçisi malum eşgenel başkanı ayrı bir devletten bahsetmiştir. Erdoğan bu ahlaksızlığa ihanet demiş, dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla ilgili yeni bir tartışma başlatmıştır. Erdoğan’ı tanıyoruz, bu sözlerinin dönemsel tepki olduğunu deneyimlerimiz ışığında iyi biliyoruz.

2012 yılının Kasım ayında, o dönemin BDP’lilerin dokunulmazlıklarını kaldıracaklarını söyleyen Erdoğan, kısa süre sonra bu sözünü unutmuştu. Hatta Erdoğan idam cezasının geri gelmesine bile yeşil ışık yakmıştı.

Meselenin tuhaf ve hazin tarafı, Erdoğan BDP ya da HDP’lilere ağır hakaret ve eleştirilerini yaptığı her dönemde, terör örgütüyle ya pazarlıklara tutuşmuş, ya da İmralı canisiyle masaya oturmuştur.

Şimdi de Erdoğan ve Davutoğlu’nun teröristler ve siyasi bölücülerle yeni bir müzakere sayfası açmak için el altından çalışmalar yürütmesinden oldukça kuşkuluyuz. Kaldı ki Erdoğan’ın eyalet sistemine, özerk yönetime ve federasyona soğuk olmadığı da bilinen bir gerçektir.

Bu Erdoğan ki, 30 Mart 2013 tarihinde katıldığı bir televizyon programında; "Güçlü Osmanlı’da Lazistan eyaleti var, Kürdistan eyaleti var, güneyde başka eyaletler var. Güçlü bir Türkiye asla eyalet sisteminden korkmamalı” sözü hafızalara mıh gibi kazınmıştır.

O halde özyönetim ihanetinden AKP’nin ve kaçak sarayın rahatsız olması tutarlı değildir.

Bizim merakımız, yeni anayasada PKK’ya bir ümit verilmiş midir?

Şu anda yaşanan şehir çatışmalarının maksadı yeni anayasa pazarlıklarını kızıştırmak için midir?

Daha açık sorayım, AKP, pkk ile hali hazırda görüşmekte midir?

Erdoğan, özellikle Oslo’da pkk’ya federasyon sözü vermiş midir?

Ve hepsinden önemlisi yaşadığımız şiddet ve dehşet dolu günler özyönetimle temellenmiş başkanlık sisteminin bir ön hazırlığı, ön çalışması mıdır?

HDP’li sözde siyasetçilerin dokunulmazlıkları kaldırılacaksa, Davutoğlu ve AKP’nin önünde engel yoktur, buyursunlar TBMM’de bu sorunu kökten çözelim, hepten bitirelim, hukukun işini kolaylaştıralım.

Erdoğan ve Davutoğlu’nun, yeni anayasa vasıtasıyla pkk’nın gönlünü almak için milletimizin ve devletimizin tarihi haklarından vazgeçecek kadar milli onurları esnemişse, bilinsin ki, bu Türkiye düşmanlığı kimsenin yanına kalmayacak, bırakılmayacaktır. Yanlış hesap sonunda Türk milletinden dönecektir.

Türkiye milli ve üniter bir devlettir. Özyönetim ise bölünmedir, ayrılmadır ve yılanın başı küçükken ezilmelidir. Türk milleti bin yıllık kaynaşma ve kardeşlik anıtıdır. Aramıza fitne sokuşturmaya çalışanlara göz açtırılmayacak, vatan ve millet kaderine terk edilmeyecektir.

Milliyetçi Hareket Partisi milli bir sorumluluk ve vakarla ihanete sonuna kadar direnecek, ecdadın mirasına leke düşürmeyecektir.

Sözlerime son verirken, dün Kırşehir-Ankara karayolunda meydana gelen trafik kazasında hayatını kaybeden 7 vatandaşımıza Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum. Yaralanan 23 vatandaşımıza acil şifa dileklerimi iletiyorum."
Bu xəbər oxucular tərəfindən 907 dəfə izlənilmişdir!
Google Yahoo Facebook Twitter
Del.icio.us Digg StumbleUpon FriendFeed