29.04.2016 [13:27] - Xəbərlər, İslam dini
Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili Semih Yalçın gündemdeki Laiklik tartışmaları ile ilgili yazılı bir basın açıklaması yaptı.
Açıklamasında:
"Türkiye’de laiklik meselesi, Anayasa’ya girdiği günden bu yana çeşitli düzeylerde tartışılmaktadır. Kimi kendine göre laiklik tanımı yapmakta kimi de laiklik üzerinden eski ve yeni düzen hesaplaşmasına gitmektedir. Hukuk kadar tarihin ve sosyolojinin de alanına giren bu tartışmalar, maalesef laikliğe ideolojik bir veçhe vermiş bulunmaktadır.
Laiklik, sosyal hayatta din kurallarına tabi olmayan hukuk anlayışını ifade eder. Bununla birlikte laiklik; dinî hayatın koruyucusu, din ve vicdan özgürlüğünün de teminatıdır. Laiklik; kişilerin fikir, anlayış veya hayat tarzını değil, devletin inançlar, toplum ve kurumlar karşısındaki tutumunu belirler. Yani kişiler değil, devlet ve kurumlar laiktir.
Gerçek anlamda laiklik; din ile devlet işlerinin ayrılmasını ve devletin din karşısında tarafsız kalmasını, farklı dinlere inananlar arasında hiçbir ayrım yapılmamasını, böylece din özgürlüğünün sağlanmasını; buna karşılık dini otoritenin, esasların ve inançların hiçbir şekilde devlet ve dünya işlerine karıştırılmamasını gerektiren bir ilkedir.
Atatürk; 1937’de Anayasa’ya laiklik ilkesinin konmasını sağlarken İslam’ın dünya hayatını düzenleyen normlarını toplumdan uzak tutmayı değil, din adına yapılan baskıları devre dışı bırakmayı hedeflemiştir. Ancak kendisinden sonra gelenler onu anlayamadıkları için laikliği bir tür dayatmaya dönüştürmüşlerdir.
Laikliğin Anayasa’ya konmasının altında yatan en büyük sebeplerden biri de üniter-ulus devletin teşekkülünü sağlayacak bir hukuki zemin oluşturmaktır. Çünkü Osmanlı Devleti’nden tevarüs ettiğimiz sosyal problemler o zamanlar kentlerimizde, kasaba ve köylerimizde devam etmektedir. Bir arada yaşayan farklı etnik ve dinî toplulukların; Cumhuriyet şemsiyesi altında, barış ve hoşgörü içinde hayat sürmesinin yolu laiklik ilkesinin kabulünden geçmektedir.
Osmanlı Devleti; özellikle Balkanlar ve Anadolu’da baş gösteren isyanlar karşısında, toplumsal birliği kuvvetlendirmek üzere 1876 Anayasa’sında Türkçeyi devletin resmî dili olarak kabul etmiştir. Anayasa gereği kurulan parlamentoda, azınlıkları temsil eden milletvekillerinden Türkçenin resmî dil olarak kabulüne reddiye çıkmamıştır. Türkçe üzerindeki mutabakatta, devletin bu konudaki samimi niyet ve hedefinin iyi bilinmesi rol oynamıştır.
Tarih bilimcilerine göre Osmanlı Devleti; bir İslam ülkesi olmakla birlikte, teokratik devlet değildir. Şeri hukukun içinden çıkamadığı konularda örfî hukuka başvurulmuştur. Örfi hukuk uygulamalarının Fatih dönemine kadar uzandığını gösteren belgeler mevcuttur.
Bugünkü modern anlamda olmasa da din ve mezhep hürriyetinin tanınması noktasında, Osmanlı Devleti’nde laikliğe doğru bir yönelişin olduğu bilinmektedir. Osmanlıda müteselsil bir laikleşme vardır. Bilhassa 18. yüzyılın ortalarından itibaren yapılan yasal değişiklikler ve ilan edilen fermanlarla laikleşme başlamıştır. Yani laiklik Atatürk tarafından tepeden inme getirilmemiş; yıllar önce atılmaya başlanan adımlar, Cumhuriyet Dönemi’nde somutlaşmıştır.
1924 Anayasa’sına laiklik maddesinin konulması da devletin; farklı toplumsal ve dinî unsurları bir çatı altında, bütünlük içinde yaşatma çabası amil olmuştur. Farklı bir kulvarda olsa bile aynı samimi niyetin burada da altını çizmek gerekir. Çünkü Cumhuriyet kurulduktan sonra Türkiye, bugünkü PKK’nın geçmişteki uzantıları olan ayrılıkçı, bölücü isyanlarla boğuşmaktadır. Bu isyanların bazılarına din kisvesi giydirildiği bilinmektedir. Diğer taraftan, Türk millî kültürünün Orta Asya’dan Anadolu’ya taşınan hususiyetlerinin yaşatıcısı Alevi toplumunun yeni rejime entegrasyonu büyük önem arz etmektedir.
Ne var ki Atatürk’ün ölümünden sonra CHP’de yerleşen zihniyet, Hegel’in diyalektiğini ters çevirerek diyalektik materyalizme dönüştüren Marks’ın yaptığı gibi, onun üniter-ulus devletin oluşumu yolundaki bütün hayati adımlarını saptırmıştır. Laiklik gerekçe gösterilerek Müslümanlar üzerinde tam bir baskı rejimi kurulmuştur. Ordu başta olmak üzere bazı Cumhuriyet kurumlarını arkasına alan CHP’liler; gerçek anlam ve ruhuna aykırı şekilde yorumladıkları laikliği, Müslümanların tepesinde Demokles’in kılıcı gibi tutmuşlardır. Dayatma ve baskılarla Müslümanların inançlarını yaşamasına müdahale edilmiş, engeller çıkarılmıştır. Bu yüzden, halkın benimsediği Cumhuriyet’e ve laikliğe karşı belli kesimlerde nefret ve ön yargı oluşmuştur. Bu durum, laikliğin dinsizlik olarak anlaşılmasını isteyenler için gerekçe meydana getirmiştir. Oysa Atatürk, laiklik hakkında şu önemli değerlendirmeleri yapmıştır:
“Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti de demektir.”
“Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir.”
Laikliği devletin inançlara ve dinî hayata müdahalesi şeklinde anlayıp öyle uygulayanlar, siyasal İslamcılığı Türk toplumuna bir başka dayatma vasıtası olarak görenlerin neşvünema bulmasına yol açmışlardır. Bugün iktidarda bulunan AKP’yi kuranların içinden yetiştiği siyasal İslamcılık, 1938’den sonraki CHP politikalarının sonucudur. Atatürk sonrasının baskıları aynı zamanda kendi siyasi alternatifini de beraberinde getirmekle kalmamış, bir mağdur ve mazlum edebiyatının da doğmasına yol açmıştır. Bugün İslam’ı politikaya alet edenlerin hemen hepsi, bu mağdur ve mazlum edebiyatını her vesileyle mübalağa ederek kullanmaktadır. Suretihaktan görünen, hatta bazen demokrat kimliğine bürünen bu çevreler; geçmişteki baskı ve zulümden yararlanarak hem siyasette tutunmuşlar hem de çeşitli toplum kesimlerine nüfuz ederek müessiriyetlerini arttırmışlardır.
Dün laikliğin Müslümanlara baskı aracı olarak dayatılmasının yerini, bugün Selefi-Eşari anlayışa dayalı siyasal İslamcılığın zorlamacı zihniyeti almıştır. AKP iktidarı; geçmişin müfritlerinden, tefrite başvurarak intikam almaktadır. İktidar partisinin Cumhuriyet’le kavgalı Millî Görüş çizgisinden gelen azı kurucu ve temsilcileri; zaman zaman “90 yıllık enkazı kaldırma” bahanesiyle geçmişle hesaplaşmaya çabaladıkları gibi, zaman zaman da ağızlarındaki ideolojik baklayı çıkarmaktadır. Böylece zihinlerinin bir yerine gizledikleri asıl niyetlerini, kademe kademe hayata geçirmek istedikleri yönetim sistemini, halka dayatmak istemektedirler. Teokratik devlet özlemiyle yetişmiş bu kuşağın temsilcilerinden biri olan Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın; Anayasa’da laiklik ilkesinin yer almaması gerektiğini açıklaması, buna çarpıcı bir örnek olmuştur.
Elbette Türk milleti genellikle dindar ve muhafazakârdır. Ancak milletimiz; dindarlığını siyasette umuma değil, ibadette Rabb’ine göstermeyi sever. O bakımdan; Anayasa değişikliği meselesini fırsat addederek kendi sığ ideolojik planlarını hayata geçirmek ve halkın dinî duygularını, inançlarını buna malzeme yapmak isteyen siyasal anlayışı hastalıklı buluyoruz.
Ayrıca Laiklik meselesi Anayasamızın 2. Maddesinde tanzim edilmiştir. Bizim için dokunulmaz ve vazgeçilemez ilk dört madde içinde yer almaktadır. Anayasamıza göre seçilmiş bir Meclis Başkanının Anayasa'nın milletimizin ön şart ve kabulü olan ilk dört maddeyi tartışmaya açması bize göre doğru bir yaklaşım değildir.
Anayasa bir din kitabı olmadığı gibi, inanç ve ibadet hürriyetinin sınırlarını belirleyen bir ansiklopedi de değildir. Hiçbir yasa ibadet de inanç da dayatamaz. İşte laiklik burada devreye girmektedir. Kişilerin, kurumların, çıkar gruplarının, cemaatlerin; halka veya toplumun herhangi bir kesimine inanç, ibadet şekli dayatmasına engel olmak için laiklik gereklidir.
Halkın inanç ve ibadeti bağlamında devletin nötr ve tarafsız olması, laiklikle mümkündür. Hakiki manada laiklik, herkese dinî vecibelerini ve ibadetini serbestçe yerine getirme imkânı verir. Devlet, herkese eşit mesafede ve yakınlıktadır. Böylece zorlama ve dayatmaların önüne geçilir.
Laiklik olmadığı takdirde iktidar sahipleri ve egemen güçler kendi inançlarını ve hayat tarzlarını dayatmaya kalkışır. Belli ki Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın da Anayasa’dan laikliğin kaldırılmasını istemesinin arkasında, Millî Görüş öğretisinden kalma dogmaları halka dayatabilecek hukuki boşluğun teşekkülünü arzu etmesi yatmaktadır.
Sayın Kahraman’a ve onun gibi düşünen iktidar sahiplerine tavsiyemiz; Peygamber’imizin bir hadisinde buyurduğu gibi “ibadetlerini gösterişten uzak tutmaları”; halkın inançlarıyla oynamaktan, her vesileyle dindarlık görüntüsü vermekten ve riyadan vazgeçerek Türkiye’de din ve diyanetin özgürce yaşanmasına fırsat vermeleridir." dedi.
Açıklamasında:
"Türkiye’de laiklik meselesi, Anayasa’ya girdiği günden bu yana çeşitli düzeylerde tartışılmaktadır. Kimi kendine göre laiklik tanımı yapmakta kimi de laiklik üzerinden eski ve yeni düzen hesaplaşmasına gitmektedir. Hukuk kadar tarihin ve sosyolojinin de alanına giren bu tartışmalar, maalesef laikliğe ideolojik bir veçhe vermiş bulunmaktadır.
Laiklik, sosyal hayatta din kurallarına tabi olmayan hukuk anlayışını ifade eder. Bununla birlikte laiklik; dinî hayatın koruyucusu, din ve vicdan özgürlüğünün de teminatıdır. Laiklik; kişilerin fikir, anlayış veya hayat tarzını değil, devletin inançlar, toplum ve kurumlar karşısındaki tutumunu belirler. Yani kişiler değil, devlet ve kurumlar laiktir.
Gerçek anlamda laiklik; din ile devlet işlerinin ayrılmasını ve devletin din karşısında tarafsız kalmasını, farklı dinlere inananlar arasında hiçbir ayrım yapılmamasını, böylece din özgürlüğünün sağlanmasını; buna karşılık dini otoritenin, esasların ve inançların hiçbir şekilde devlet ve dünya işlerine karıştırılmamasını gerektiren bir ilkedir.
Atatürk; 1937’de Anayasa’ya laiklik ilkesinin konmasını sağlarken İslam’ın dünya hayatını düzenleyen normlarını toplumdan uzak tutmayı değil, din adına yapılan baskıları devre dışı bırakmayı hedeflemiştir. Ancak kendisinden sonra gelenler onu anlayamadıkları için laikliği bir tür dayatmaya dönüştürmüşlerdir.
Laikliğin Anayasa’ya konmasının altında yatan en büyük sebeplerden biri de üniter-ulus devletin teşekkülünü sağlayacak bir hukuki zemin oluşturmaktır. Çünkü Osmanlı Devleti’nden tevarüs ettiğimiz sosyal problemler o zamanlar kentlerimizde, kasaba ve köylerimizde devam etmektedir. Bir arada yaşayan farklı etnik ve dinî toplulukların; Cumhuriyet şemsiyesi altında, barış ve hoşgörü içinde hayat sürmesinin yolu laiklik ilkesinin kabulünden geçmektedir.
Osmanlı Devleti; özellikle Balkanlar ve Anadolu’da baş gösteren isyanlar karşısında, toplumsal birliği kuvvetlendirmek üzere 1876 Anayasa’sında Türkçeyi devletin resmî dili olarak kabul etmiştir. Anayasa gereği kurulan parlamentoda, azınlıkları temsil eden milletvekillerinden Türkçenin resmî dil olarak kabulüne reddiye çıkmamıştır. Türkçe üzerindeki mutabakatta, devletin bu konudaki samimi niyet ve hedefinin iyi bilinmesi rol oynamıştır.
Tarih bilimcilerine göre Osmanlı Devleti; bir İslam ülkesi olmakla birlikte, teokratik devlet değildir. Şeri hukukun içinden çıkamadığı konularda örfî hukuka başvurulmuştur. Örfi hukuk uygulamalarının Fatih dönemine kadar uzandığını gösteren belgeler mevcuttur.
Bugünkü modern anlamda olmasa da din ve mezhep hürriyetinin tanınması noktasında, Osmanlı Devleti’nde laikliğe doğru bir yönelişin olduğu bilinmektedir. Osmanlıda müteselsil bir laikleşme vardır. Bilhassa 18. yüzyılın ortalarından itibaren yapılan yasal değişiklikler ve ilan edilen fermanlarla laikleşme başlamıştır. Yani laiklik Atatürk tarafından tepeden inme getirilmemiş; yıllar önce atılmaya başlanan adımlar, Cumhuriyet Dönemi’nde somutlaşmıştır.
1924 Anayasa’sına laiklik maddesinin konulması da devletin; farklı toplumsal ve dinî unsurları bir çatı altında, bütünlük içinde yaşatma çabası amil olmuştur. Farklı bir kulvarda olsa bile aynı samimi niyetin burada da altını çizmek gerekir. Çünkü Cumhuriyet kurulduktan sonra Türkiye, bugünkü PKK’nın geçmişteki uzantıları olan ayrılıkçı, bölücü isyanlarla boğuşmaktadır. Bu isyanların bazılarına din kisvesi giydirildiği bilinmektedir. Diğer taraftan, Türk millî kültürünün Orta Asya’dan Anadolu’ya taşınan hususiyetlerinin yaşatıcısı Alevi toplumunun yeni rejime entegrasyonu büyük önem arz etmektedir.
Ne var ki Atatürk’ün ölümünden sonra CHP’de yerleşen zihniyet, Hegel’in diyalektiğini ters çevirerek diyalektik materyalizme dönüştüren Marks’ın yaptığı gibi, onun üniter-ulus devletin oluşumu yolundaki bütün hayati adımlarını saptırmıştır. Laiklik gerekçe gösterilerek Müslümanlar üzerinde tam bir baskı rejimi kurulmuştur. Ordu başta olmak üzere bazı Cumhuriyet kurumlarını arkasına alan CHP’liler; gerçek anlam ve ruhuna aykırı şekilde yorumladıkları laikliği, Müslümanların tepesinde Demokles’in kılıcı gibi tutmuşlardır. Dayatma ve baskılarla Müslümanların inançlarını yaşamasına müdahale edilmiş, engeller çıkarılmıştır. Bu yüzden, halkın benimsediği Cumhuriyet’e ve laikliğe karşı belli kesimlerde nefret ve ön yargı oluşmuştur. Bu durum, laikliğin dinsizlik olarak anlaşılmasını isteyenler için gerekçe meydana getirmiştir. Oysa Atatürk, laiklik hakkında şu önemli değerlendirmeleri yapmıştır:
“Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti de demektir.”
“Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir.”
Laikliği devletin inançlara ve dinî hayata müdahalesi şeklinde anlayıp öyle uygulayanlar, siyasal İslamcılığı Türk toplumuna bir başka dayatma vasıtası olarak görenlerin neşvünema bulmasına yol açmışlardır. Bugün iktidarda bulunan AKP’yi kuranların içinden yetiştiği siyasal İslamcılık, 1938’den sonraki CHP politikalarının sonucudur. Atatürk sonrasının baskıları aynı zamanda kendi siyasi alternatifini de beraberinde getirmekle kalmamış, bir mağdur ve mazlum edebiyatının da doğmasına yol açmıştır. Bugün İslam’ı politikaya alet edenlerin hemen hepsi, bu mağdur ve mazlum edebiyatını her vesileyle mübalağa ederek kullanmaktadır. Suretihaktan görünen, hatta bazen demokrat kimliğine bürünen bu çevreler; geçmişteki baskı ve zulümden yararlanarak hem siyasette tutunmuşlar hem de çeşitli toplum kesimlerine nüfuz ederek müessiriyetlerini arttırmışlardır.
Dün laikliğin Müslümanlara baskı aracı olarak dayatılmasının yerini, bugün Selefi-Eşari anlayışa dayalı siyasal İslamcılığın zorlamacı zihniyeti almıştır. AKP iktidarı; geçmişin müfritlerinden, tefrite başvurarak intikam almaktadır. İktidar partisinin Cumhuriyet’le kavgalı Millî Görüş çizgisinden gelen azı kurucu ve temsilcileri; zaman zaman “90 yıllık enkazı kaldırma” bahanesiyle geçmişle hesaplaşmaya çabaladıkları gibi, zaman zaman da ağızlarındaki ideolojik baklayı çıkarmaktadır. Böylece zihinlerinin bir yerine gizledikleri asıl niyetlerini, kademe kademe hayata geçirmek istedikleri yönetim sistemini, halka dayatmak istemektedirler. Teokratik devlet özlemiyle yetişmiş bu kuşağın temsilcilerinden biri olan Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın; Anayasa’da laiklik ilkesinin yer almaması gerektiğini açıklaması, buna çarpıcı bir örnek olmuştur.
Elbette Türk milleti genellikle dindar ve muhafazakârdır. Ancak milletimiz; dindarlığını siyasette umuma değil, ibadette Rabb’ine göstermeyi sever. O bakımdan; Anayasa değişikliği meselesini fırsat addederek kendi sığ ideolojik planlarını hayata geçirmek ve halkın dinî duygularını, inançlarını buna malzeme yapmak isteyen siyasal anlayışı hastalıklı buluyoruz.
Ayrıca Laiklik meselesi Anayasamızın 2. Maddesinde tanzim edilmiştir. Bizim için dokunulmaz ve vazgeçilemez ilk dört madde içinde yer almaktadır. Anayasamıza göre seçilmiş bir Meclis Başkanının Anayasa'nın milletimizin ön şart ve kabulü olan ilk dört maddeyi tartışmaya açması bize göre doğru bir yaklaşım değildir.
Anayasa bir din kitabı olmadığı gibi, inanç ve ibadet hürriyetinin sınırlarını belirleyen bir ansiklopedi de değildir. Hiçbir yasa ibadet de inanç da dayatamaz. İşte laiklik burada devreye girmektedir. Kişilerin, kurumların, çıkar gruplarının, cemaatlerin; halka veya toplumun herhangi bir kesimine inanç, ibadet şekli dayatmasına engel olmak için laiklik gereklidir.
Halkın inanç ve ibadeti bağlamında devletin nötr ve tarafsız olması, laiklikle mümkündür. Hakiki manada laiklik, herkese dinî vecibelerini ve ibadetini serbestçe yerine getirme imkânı verir. Devlet, herkese eşit mesafede ve yakınlıktadır. Böylece zorlama ve dayatmaların önüne geçilir.
Laiklik olmadığı takdirde iktidar sahipleri ve egemen güçler kendi inançlarını ve hayat tarzlarını dayatmaya kalkışır. Belli ki Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın da Anayasa’dan laikliğin kaldırılmasını istemesinin arkasında, Millî Görüş öğretisinden kalma dogmaları halka dayatabilecek hukuki boşluğun teşekkülünü arzu etmesi yatmaktadır.
Sayın Kahraman’a ve onun gibi düşünen iktidar sahiplerine tavsiyemiz; Peygamber’imizin bir hadisinde buyurduğu gibi “ibadetlerini gösterişten uzak tutmaları”; halkın inançlarıyla oynamaktan, her vesileyle dindarlık görüntüsü vermekten ve riyadan vazgeçerek Türkiye’de din ve diyanetin özgürce yaşanmasına fırsat vermeleridir." dedi.
Bu xəbər oxucular tərəfindən 932 dəfə izlənilmişdir!
Yahoo | |||||||
Del.icio.us | Digg | StumbleUpon | FriendFeed |