23.09.2012 [11:10] - Türk dünyası-Turan, DAVAMın yazıları
Bilindiği gibi, Arap ve Fars kültürü ile yoğrulan İslamiyet, Cengiz Han’ın (1155–1227) Türkistan ve Batı seferinde ağır darbe yer, birçok İslam mücahidi Cengiz ordusu tarafından öldürülür. Cengiz işgalinden sonra Türkistan, Arap ve Fars kültürünün-ideolojisinin baskısından kurtulup, tekrar Türkleşir.
Satırlarımın sırası iken buraya, dünya tarihinin ve dünya uluslarının hayretle tanıdığı ünlü devlet adamı Cengiz Han’ın bir sözünü eklemek içimden geldi:
Yıl 1219, Moğol-Türk ordusu Orta Asya’nın İslam merkezi olan Buhara şehrini işgal etmiş. Buhara imamıyla Cengiz Han arasında bir diyalog kurulmuş. İmam Cengiz Han’a Mekke’deki Allah’ın evinden bahsederken, Cengiz Han da imama, “Evrenin tamamı Allah’ın evidir. Gitmek için özel bir yeri belirlemeye ne gerek var?!” yanıtını vermiştir.
Aradan 100 yıl kadar zaman geçtiğinde, Cengiz İmparatorluğu parçalanır ve çöker. İşte o zaman, Barlas Bey’i Büyük Timur (1336–1405), Cengiz İmparatorluğu’nu tekrar canlandırmak üzere iktidar savaşına girişir. Timurlular, bilim ve sanata yönelik bir hamle ile Avrupa’da “Timurlu Rönesansı” tabirinin ortaya çıkmasına sebep olan bir devri başlatırlar.
Timur, âlicenap tabiatlılığı, dostlarına olan cömertliği, düşmanlarına olan acımasızlığı ve felaket karşısında dişini sıkmasını bilen, saadet karşısında kılı kıpırdamayan itidalli tutumu ile Cengiz’e çok benzer. Zaten bu iki zatın akraba oldukları da bir gerçektir. Timur’un sekizinci göbekten atası ile Cengiz’in dördüncü göbekten atası kardeştir. Cengiz’in olduğu gibi, Timur’un da dört oğlu vardır: Cihangir, Ömer Şeyh, Miranşah, Şahruh. Timur sağlığında veliahdını belirler. Önce bu veliaht, büyük oğlu Cihangir’dir. O, 1375 yılında 20 yaşında hastalanıp ölünce, Cihangir’in büyük oğlu Sultan Mehmet’i veliaht yapar. Bu demektir ki, Timur veliahtlığı büyük oğlunun soyundan almak istemektedir. Ancak bu Sultan Mehmet de Ankara Savaşı’nda (1402) ağır yaralanıp sonra ölünce, Onun kardeşi Pir Mehmet’i veliaht yapar. Timur öldüğünde veliaht Pir Mehmet Hindistan tarafındadır. Timur’un siyasi hayatındaki en büyük hatası, Çin seferine çıktığı vakit, veliaht olarak belirlediği Pir Mehmet’i yanına almamış olmasıdır. Eğer O yanında olsaydı, ölümünü takip eden siyasi ihtilaflar olmamış olurdu. Dünya Türklüğünün istikbaline geniş ufuklar açabilecek büyük bir girişim yolda kalmamış olurdu. Ömründe hiç hata yapmamıştır denilebilecek bu büyük insanın bu büyük hatası, her etken zıttı ile var olduğuna göre, belki kendine ve idealine olan sonsuz güveninin bir menfi belirtisidir.
Timur’un Çin seferine çıktığı Şubat 1405 tarihli Otrar’daki ani ölümü, çoktandır çıkar ve iktidar hırsı ile fırsat bekleyen Türk düşmanlarını harekete geçirir. Bunların başında, Cengiz Han döneminde olup bitenlerden öç almak ve İslamiyet’i tekrar canlandırmak amacıyla ömür boyu sinsi-gizli hazırlıklar yapan, öğrenciler yetiştiren-Buharalı Tacik Hoca Bahaüddin Nakşibendî (1318–1389) bulunmaktadır.
Timur’un ölümünden hemen sonra, Timur’un üçüncü oğlu Miranşah’tan olan torunu Halil, Semerkant’ı ele geçirir ve taht kavgası başlar. Bu kavgaya o zamanın tanınmış uleması Hoca Abdullah da karışır. O, Timur’un veliahdı Pir Mehmet’e yolladığı şu mektubuyla, “Eğer sende iyi talih olsaydı Timur’un yanında bulunur ve muradına ermiş olurdun. Ancak şimdi sana uygun olan elindekiyle kanmaktır, yoksa oda gider” diye kışkırtıcı rol oynar.
Timur’un ölümünden sonra cereyan eden olaylar, Türkistan topraklarında hocaların istedikleri gibi at oynatmaları için bulunmaz bir fırsat olacaktır. Dinsel kışkırtmalar sonucu bey boğuşmaları aralıksız sürüp gidecektir. Timur’un dördüncü oğlu olan Şahruh’un 40 yıl kadar süren egemenliğinin son 25–30 yılı bir yana bırakılırsa, Timur’un ölümünden (1405), Onun soyunun Türkistan ve Horasan’dan sökülmesine kadar (1507) giden 102 yılın 75 yıldan uzun bir kısmı durmak bilmeyen bey boğuşması devridir. Bu bey boğuşmaları, bir yandan Türkistan Türklerinin Avrupa’ya nispeten müspet bilimler dâhil 150 yıl ileride olan yüksek kültür yaşamını sarsacak, öbür yandan Türkistan’ın, kültür seviyesi daha düşük olan başkaları tarafından işgal edilmesini kolaylaştıracaktır. Böylece XVI. Yüzyıla girerken, Timur’un adıyla başlamış Türkistan Türklüğünün şanlı-şevketli devri de kapanacaktır. Timurluların başına gelen bu büyük facia, Türk ulusunun Arap işgaline duçar olmasıyla, 100 (651–751) yıllık oluk oluk dökülen kan pahasına, İslam’ın kabul ettirilip, bu işgalin kalıcı ve meşru duruma getirilmesinden bir sonraki ikinci büyük facia olacaktır.
Tarihte ve yaşamda birbirini izleyen ve tamamlayan öyle olgular-olaylar var ki, insan aklı şaşırır, kabullenmekte zorlanır. Timurluların başına gelen siyasal-düşünsel-kültürel buhranı, iktisadi-coğrafi olgular-olaylar izler ve tamamlar. XVI. Yüzyıl başlarındaki deniz yollarının açılmasıyla, Türkistan ovalarından kara yolu ile yapılan ticaret birdenbire durur. Ülkede merkezleştirici ticaret gibi etkenin büsbütün sukutu, halkın ancak ekincilik ve hayvancılık ile yaşaması, ülkenin bölümleri arasındaki manevi bağların zayıflamasına, ülkenin hanlıklara bölünmesine sebep olur. Buhara Hanlığı 1500’de, Hive Hanlığı 1511’de Altışehir’de Seidiye Hanlığı 1514’te, Hokant Hanlığı 1700’de kurulur. Bu hanlıklar ortaya çıktıktan sonra, aralarındaki kısır çekişmeler ve savaşlar sürer gider. Rus-Çin istilası karşısında bile birleşemezler.
Türkistan’ın başına gelen bu büyük facia, Türkistan’da doğmuş “Timurlu Rönesansı”nın bittiği-öldüğü anlamına gelmez. Din ve hocaları doğru anlayan ve onlara karşı devrim girişiminde bulunan ilk Türk padişahı Ekber’dir. O, “Allaha tapmak iddiasında bulunanların ekserisi kendi emellerine taparlar.” diyerek, hocaların kimliğini net bir şekilde açıklar. Bu bilime-sanata meyil ilke-bu Türk devlet sistemi, Hindistan Padişahı Ekber (1542–1605) tarafından geliştirilmiş olarak Hindistan’da devam ettirilecekti. Ekber, büyük babası Babur (1483–1530) ve yedinci göbekten atası Büyük Timur gibi, Türklüğün yetiştirdiği en yüksek uz kişiler arasında yer almaktadır.
Ekber’in torunu hükümdar Şah Cihan’ın (1592–1628–1658–1666), eşi Mümtaz Mahal için 1632–1648 yılları arasında yaptırdığı Agra yakınındaki Tac Mahal Türbesi, renkli taşlarla bezeli beyaz mermerden yapılmış dünyaca ünlü bir sanat eseridir-anıttır. Timurlular çağını aşan bilime düşkün ve sanatsever kişilikleri gereği, kendi vatanları olan Türkistan’da tutunamadığı halde, başkalarının vatanı olan Hindistan’da ise 350 yıl saltanat sürecektir-Babur’dan (1483–1526–1530) Bahadur Şah’a kadar (1775–1837–1862). Anlaşılıyor ki, Hindistan’ın coğrafisi, toplumu ve kültürü Türkistan’a oranla bilime ve sanata daha çok meyildir, yeniliğe açıktır-çağdaştır. Onun içindir ki bugün, dünyamızdaki saygın ülkelerin biri Hindistan’dır. Hindistan yalanı-gizemi yok, dürüstlüğü ile sevilen-sayılan bir ülkedir. Hindistan, hak ve adalet ilkelerine saygınlığı-bağlılığı gereği, dünyanın en zalim-en ırkçı devleti olan Çin’e karşı daima savaş halindedir. Anlaşılıyor ki, biz Türklerin ezeli ve ebedi düşmanı olan Çin, Hindistan’ın da bir numaralı düşmanıdır.
Yukarıda, “Dinsel kışkırtmalar sonucu bey boğuşmaları aralıksız sürüp gidecektir” demiştim. Bu ifadenin en çarpıcı örneği Uluğ Bey’in (1394–1449) öldürülmesinde saklıdır. Timur’un Şahruh’tan olan torunu Uluğ Bey hakkında, Türk tarih biliminin önde gelen bilgini W.W. Barthold (1869–1930) şunları yazmaktadır: “O, oldukça nadir olan bir bilgin hükümdar örneğini verir. Çağdaşları Uluğ Bey’i bu yönüyle Aristo’nun öğrencisi İskender’e benzetirler. Herhalde anlaşılıyor ki, İslam tarihinde Uluğ Bey’in başka bir benzeri yoktur. O, gerçek bilimlerin ilahiyat ve edebiyattan üstün olduğunu anlayan, İslam dünyasında bir bilgin olarak ilk defa tahtı işgal eden müstesna bir şahsiyettir.”
Uluğ Bey iktidarı süresince dedesi Timur gibi Cengiz Han’ın yasalarına bağlı kalır, şeraiti kabul etmez. Uluğ Bey’in bu siyasi tutumu, çağdaşı Taşkentli Tacik Hoca Ahrar (1404–1490) başta olmak üzere hocaları-şeyhleri ağır derecede öfkelendirir. Bu hocaları, Türk tarih biliminin seçkin bilgini Zeki Velidi Togan (1890–1970) şöyle tanımlıyor: “Nakşibendî şeyhleri Timurluların yaşattığı Türk devlet sistemi ile Uluğ Bey’in temsil ettiği müspet bilimlerin ve Uluğ Bey’in kardeşi olan Baysungur’un (1397–1433) temsil ettiği güzel sanatların düşmanı olurlar.”
Uluğ Bey’in öldürülme olayı şöyle cereyan eder:
Uluğ Bey’in büyük oğlu Abdullatif ile arası açılır ve savaş çıkar. Uluğ Bey savaşı kaybeder. Abdullatif, bu zaferden hemen sonra, “Şeriat hükümlerinin gereğini yapacağım. Şeriat kaidelerine babam ile oğlum hilaflık ederse onlara bile acımam” diye, kendisinin şeriat ve hocalar önündeki tutumunu açıklar. İşte o zaman, Abbas denilen bir kişi, “Benim babamı Uluğ Bey öldürmüştü”, diye dava açar. Abdullatif bu davayı şeriatçıların iradesine teslim eder. Şeriatçılar da, “Kısas almaya uygundur”, fetvasını verirler. Abbas işte bu fetvaya dayanarak Uluğ Bey’i öldürür. Tabii, Abdullatif’i kışkırtan ve bu fetvayı verenlerin arkasında, çoktandır Uluğ Bey’e düşman kesilen Hoca Ahrar vardır. İşte bu iğrenç cinayetten sonra, Uluğ Bey’in öğrencisi olan Ali Kuşçu (?-1474), efendisinin bu feci ölümünden son derece üzülerek, Semerkant’tan İstanbul’a gider ve Ayasofya medresesi müderrisliğini yapar.
1990’lı yıllardaki Türk dünyasında meydana gelen büyük değişim bana, tüm Türkistan’ı gezme-öğrenme fırsatını vermişti. Semerkant şehri yakınındaki tepecikte bulunan Uluğ Bey’in kurduğu gözlemevi ve Onun ayakta duran-başı bir yana biraz eğik dev heykeli tüm ilgimi üzerine çekmişti. Uluğ Bey’in hayal gücünü yansıtan bu görkemli heykelinin yanında oturup, tarihimizin derinliklerine dalmıştım. Türk tarihi şanlı-şevketli olduğu kadar facialarla dolu dolu geçen bir tarihtir… Türk ulusunun gururu olan bu büyük birey, bilime düşkünlüğünden dolayı bilim düşmanları tarafından öldürülmüştü. Bu facia sadece Uluğ Bey’in faciası değildi. Bu facia, Fergane’de öldürülen Şair Hemze Hakimzade Niyazi (1889–1929), Menemen’de öldürülen devrim şehidi Kubilay (1906–1930) gibi nice büyük bireylerimizin başına gelen ve gelmekte olan facia idi. İnançsızlar-ateistler gerekçesiyle 37 Türk aydınının, Sivas’taki Madımak Oteli’ni ateşe vererek, 2 Temmuz 1993 yılında öldürülmesi, insanlık adına utanç veren cinayettir-utanç veren faciadır.
Darwin-Charles (1809–1882), Evrim Kuramı ile insanlığın beynini aydınlatmıştı. Maxwel-James Clerk (1831–1879), elektrik buluşu ile insanlığın gözünü aydınlatmıştı. Neil Armstrong (1930–2012), aya ilk adım atmış insan olarak, insanlığın geleceğini aydınlatmıştır. O yaptığı bu büyük işine, “Benim için küçük, insanlık için dev bir adımdır” demiş. İşte bu büyük buluşlar uğruna ulusunu yücelten bu büyük bireyler, ulu İngiliz ulusunun bireyleridir. Ben de bu İngiliz ulusunun bireyleri gibi, buluşlar uğruna ulusunu yücelten bireylerden olmak isterdim. Fakat insanlığı aydınlatan böyle bir buluşlar Türk ulusuna ve onun bireylerine nasip olmamıştır. Böyle buluş uğruna çalışan bireylerimiz, Uluğ Bey örneğinde olduğu gibi, hep bilim düşmanları tarafından öldürüle gelmiştir.
Geçmişteki Fars kökenli Hoca Bahaüddin, Hoca Ahrar gibi din öğreticilerinin Timurlulara karşı düşmanlığı ne ise, günümüzdeki laiklik karşıtı dincilerin Atatürk’e-Atatürkçülüğe karşı düşmanlığı da odur ki, buna Türk düşmanlığı denilir. AKP iktidarının uygulamakta olduğu çağımızın Türkiye’sini dinselleştirme eylemi, adı geçen Orta Çağ hocalarının uyguladığı Türkistan’ı dinselleştirme eyleminin tıpatıp aynısıdır ki, “Dikkat! Tarih Tekrarlanıyor…”
Kimi zaman ilkellik, çağdaşlığı alt edebilecek bir güce sahip olabilir. Fakat tarihin-yaşamın karanlık köşelerinde saklanıp kalmış bu çağ dışı kara güç, asla kalıcı etkinlik yaratamaz. Türkiye’de yaşadığımız sıkıntılı bu günler geçicidir. Çünkü tarih, daima ileriye dönüktür ki, insanlığın geleceğini ancak tarih belirleyecek-tarih aydınlatacaktır. Artık dinlerin egemen olduğu karanlık Orta Çağ çoktan ölmüştür, bilimin egemen olduğu aydınlık, insanlık var olduğu müddetçe sonsuzdur. Evet, Atatürk’ten bu yana Türkiye’nin yüzü bilimin egemen olduğu Batı’ya dönüktür, hiçbir kara güç Türkiye’yi ideolojilerin egemen olduğu Doğu’ya döndüremez. Çünkü Atatürkçülük, Türk tarihinin yarattığı bilimsel bir sonuçtur. Tüm ideolojiler geçici, kalıcı olan bilimdir. İdeolojiler yanıltabilir, çünkü düşünseldir. Bilim ise yanıltmaz, çünkü olgusaldır.
Türk tarihinin gelmiş geçmiş hükümdarları arasında bilime ve Türklüğe verdiği önemiyle ayrı bir konuma sahip olan Büyük Timur hakkındaki şu samimi ve alçak gönüllü değerlendirme Mustafa Kemal Atatürk’e aittir: “Ben Timur’un zamanında gelseydim Onun yaptığı işleri başaramazdım. O benim zamanımda gelseydi yaptıklarımdan daha fazlasını yapabilirdi.”
Evet, Cengiz Han, Büyük Timur ve Mustafa Kemal Atatürk, tarihin Türk ulusuna ve insanlığa bir armağanıdır. Eğer biz bugün, başımıza gelen bu kadar büyük facialara rağmen yine de Türk olarak kaldıysak, bu varlığımız için yukarıda adı geçen büyük şahsiyetlerimize borçluyuz.
KAYNAK:
KURBAN, İklil, DOĞU TÜRKİSTAN İÇİN SAVAŞ, Türk Tarih Kurumu Basımevi-Ankara 1995.
KURBAN, İklil, GERÇEKLER VE YALANLAR (Anılar-Yansımalar: 1943–2007), Ankara 2007.
Cumhuriyet Gazetesi, “Atatürk, Tarihin Türk Ulusuna ve İnsanlığa Bir Armağanıdır” 27.08.2012.
İklil KURBAN
Satırlarımın sırası iken buraya, dünya tarihinin ve dünya uluslarının hayretle tanıdığı ünlü devlet adamı Cengiz Han’ın bir sözünü eklemek içimden geldi:
Yıl 1219, Moğol-Türk ordusu Orta Asya’nın İslam merkezi olan Buhara şehrini işgal etmiş. Buhara imamıyla Cengiz Han arasında bir diyalog kurulmuş. İmam Cengiz Han’a Mekke’deki Allah’ın evinden bahsederken, Cengiz Han da imama, “Evrenin tamamı Allah’ın evidir. Gitmek için özel bir yeri belirlemeye ne gerek var?!” yanıtını vermiştir.
Aradan 100 yıl kadar zaman geçtiğinde, Cengiz İmparatorluğu parçalanır ve çöker. İşte o zaman, Barlas Bey’i Büyük Timur (1336–1405), Cengiz İmparatorluğu’nu tekrar canlandırmak üzere iktidar savaşına girişir. Timurlular, bilim ve sanata yönelik bir hamle ile Avrupa’da “Timurlu Rönesansı” tabirinin ortaya çıkmasına sebep olan bir devri başlatırlar.
Timur, âlicenap tabiatlılığı, dostlarına olan cömertliği, düşmanlarına olan acımasızlığı ve felaket karşısında dişini sıkmasını bilen, saadet karşısında kılı kıpırdamayan itidalli tutumu ile Cengiz’e çok benzer. Zaten bu iki zatın akraba oldukları da bir gerçektir. Timur’un sekizinci göbekten atası ile Cengiz’in dördüncü göbekten atası kardeştir. Cengiz’in olduğu gibi, Timur’un da dört oğlu vardır: Cihangir, Ömer Şeyh, Miranşah, Şahruh. Timur sağlığında veliahdını belirler. Önce bu veliaht, büyük oğlu Cihangir’dir. O, 1375 yılında 20 yaşında hastalanıp ölünce, Cihangir’in büyük oğlu Sultan Mehmet’i veliaht yapar. Bu demektir ki, Timur veliahtlığı büyük oğlunun soyundan almak istemektedir. Ancak bu Sultan Mehmet de Ankara Savaşı’nda (1402) ağır yaralanıp sonra ölünce, Onun kardeşi Pir Mehmet’i veliaht yapar. Timur öldüğünde veliaht Pir Mehmet Hindistan tarafındadır. Timur’un siyasi hayatındaki en büyük hatası, Çin seferine çıktığı vakit, veliaht olarak belirlediği Pir Mehmet’i yanına almamış olmasıdır. Eğer O yanında olsaydı, ölümünü takip eden siyasi ihtilaflar olmamış olurdu. Dünya Türklüğünün istikbaline geniş ufuklar açabilecek büyük bir girişim yolda kalmamış olurdu. Ömründe hiç hata yapmamıştır denilebilecek bu büyük insanın bu büyük hatası, her etken zıttı ile var olduğuna göre, belki kendine ve idealine olan sonsuz güveninin bir menfi belirtisidir.
Timur’un Çin seferine çıktığı Şubat 1405 tarihli Otrar’daki ani ölümü, çoktandır çıkar ve iktidar hırsı ile fırsat bekleyen Türk düşmanlarını harekete geçirir. Bunların başında, Cengiz Han döneminde olup bitenlerden öç almak ve İslamiyet’i tekrar canlandırmak amacıyla ömür boyu sinsi-gizli hazırlıklar yapan, öğrenciler yetiştiren-Buharalı Tacik Hoca Bahaüddin Nakşibendî (1318–1389) bulunmaktadır.
Timur’un ölümünden hemen sonra, Timur’un üçüncü oğlu Miranşah’tan olan torunu Halil, Semerkant’ı ele geçirir ve taht kavgası başlar. Bu kavgaya o zamanın tanınmış uleması Hoca Abdullah da karışır. O, Timur’un veliahdı Pir Mehmet’e yolladığı şu mektubuyla, “Eğer sende iyi talih olsaydı Timur’un yanında bulunur ve muradına ermiş olurdun. Ancak şimdi sana uygun olan elindekiyle kanmaktır, yoksa oda gider” diye kışkırtıcı rol oynar.
Timur’un ölümünden sonra cereyan eden olaylar, Türkistan topraklarında hocaların istedikleri gibi at oynatmaları için bulunmaz bir fırsat olacaktır. Dinsel kışkırtmalar sonucu bey boğuşmaları aralıksız sürüp gidecektir. Timur’un dördüncü oğlu olan Şahruh’un 40 yıl kadar süren egemenliğinin son 25–30 yılı bir yana bırakılırsa, Timur’un ölümünden (1405), Onun soyunun Türkistan ve Horasan’dan sökülmesine kadar (1507) giden 102 yılın 75 yıldan uzun bir kısmı durmak bilmeyen bey boğuşması devridir. Bu bey boğuşmaları, bir yandan Türkistan Türklerinin Avrupa’ya nispeten müspet bilimler dâhil 150 yıl ileride olan yüksek kültür yaşamını sarsacak, öbür yandan Türkistan’ın, kültür seviyesi daha düşük olan başkaları tarafından işgal edilmesini kolaylaştıracaktır. Böylece XVI. Yüzyıla girerken, Timur’un adıyla başlamış Türkistan Türklüğünün şanlı-şevketli devri de kapanacaktır. Timurluların başına gelen bu büyük facia, Türk ulusunun Arap işgaline duçar olmasıyla, 100 (651–751) yıllık oluk oluk dökülen kan pahasına, İslam’ın kabul ettirilip, bu işgalin kalıcı ve meşru duruma getirilmesinden bir sonraki ikinci büyük facia olacaktır.
Tarihte ve yaşamda birbirini izleyen ve tamamlayan öyle olgular-olaylar var ki, insan aklı şaşırır, kabullenmekte zorlanır. Timurluların başına gelen siyasal-düşünsel-kültürel buhranı, iktisadi-coğrafi olgular-olaylar izler ve tamamlar. XVI. Yüzyıl başlarındaki deniz yollarının açılmasıyla, Türkistan ovalarından kara yolu ile yapılan ticaret birdenbire durur. Ülkede merkezleştirici ticaret gibi etkenin büsbütün sukutu, halkın ancak ekincilik ve hayvancılık ile yaşaması, ülkenin bölümleri arasındaki manevi bağların zayıflamasına, ülkenin hanlıklara bölünmesine sebep olur. Buhara Hanlığı 1500’de, Hive Hanlığı 1511’de Altışehir’de Seidiye Hanlığı 1514’te, Hokant Hanlığı 1700’de kurulur. Bu hanlıklar ortaya çıktıktan sonra, aralarındaki kısır çekişmeler ve savaşlar sürer gider. Rus-Çin istilası karşısında bile birleşemezler.
Türkistan’ın başına gelen bu büyük facia, Türkistan’da doğmuş “Timurlu Rönesansı”nın bittiği-öldüğü anlamına gelmez. Din ve hocaları doğru anlayan ve onlara karşı devrim girişiminde bulunan ilk Türk padişahı Ekber’dir. O, “Allaha tapmak iddiasında bulunanların ekserisi kendi emellerine taparlar.” diyerek, hocaların kimliğini net bir şekilde açıklar. Bu bilime-sanata meyil ilke-bu Türk devlet sistemi, Hindistan Padişahı Ekber (1542–1605) tarafından geliştirilmiş olarak Hindistan’da devam ettirilecekti. Ekber, büyük babası Babur (1483–1530) ve yedinci göbekten atası Büyük Timur gibi, Türklüğün yetiştirdiği en yüksek uz kişiler arasında yer almaktadır.
Ekber’in torunu hükümdar Şah Cihan’ın (1592–1628–1658–1666), eşi Mümtaz Mahal için 1632–1648 yılları arasında yaptırdığı Agra yakınındaki Tac Mahal Türbesi, renkli taşlarla bezeli beyaz mermerden yapılmış dünyaca ünlü bir sanat eseridir-anıttır. Timurlular çağını aşan bilime düşkün ve sanatsever kişilikleri gereği, kendi vatanları olan Türkistan’da tutunamadığı halde, başkalarının vatanı olan Hindistan’da ise 350 yıl saltanat sürecektir-Babur’dan (1483–1526–1530) Bahadur Şah’a kadar (1775–1837–1862). Anlaşılıyor ki, Hindistan’ın coğrafisi, toplumu ve kültürü Türkistan’a oranla bilime ve sanata daha çok meyildir, yeniliğe açıktır-çağdaştır. Onun içindir ki bugün, dünyamızdaki saygın ülkelerin biri Hindistan’dır. Hindistan yalanı-gizemi yok, dürüstlüğü ile sevilen-sayılan bir ülkedir. Hindistan, hak ve adalet ilkelerine saygınlığı-bağlılığı gereği, dünyanın en zalim-en ırkçı devleti olan Çin’e karşı daima savaş halindedir. Anlaşılıyor ki, biz Türklerin ezeli ve ebedi düşmanı olan Çin, Hindistan’ın da bir numaralı düşmanıdır.
Yukarıda, “Dinsel kışkırtmalar sonucu bey boğuşmaları aralıksız sürüp gidecektir” demiştim. Bu ifadenin en çarpıcı örneği Uluğ Bey’in (1394–1449) öldürülmesinde saklıdır. Timur’un Şahruh’tan olan torunu Uluğ Bey hakkında, Türk tarih biliminin önde gelen bilgini W.W. Barthold (1869–1930) şunları yazmaktadır: “O, oldukça nadir olan bir bilgin hükümdar örneğini verir. Çağdaşları Uluğ Bey’i bu yönüyle Aristo’nun öğrencisi İskender’e benzetirler. Herhalde anlaşılıyor ki, İslam tarihinde Uluğ Bey’in başka bir benzeri yoktur. O, gerçek bilimlerin ilahiyat ve edebiyattan üstün olduğunu anlayan, İslam dünyasında bir bilgin olarak ilk defa tahtı işgal eden müstesna bir şahsiyettir.”
Uluğ Bey iktidarı süresince dedesi Timur gibi Cengiz Han’ın yasalarına bağlı kalır, şeraiti kabul etmez. Uluğ Bey’in bu siyasi tutumu, çağdaşı Taşkentli Tacik Hoca Ahrar (1404–1490) başta olmak üzere hocaları-şeyhleri ağır derecede öfkelendirir. Bu hocaları, Türk tarih biliminin seçkin bilgini Zeki Velidi Togan (1890–1970) şöyle tanımlıyor: “Nakşibendî şeyhleri Timurluların yaşattığı Türk devlet sistemi ile Uluğ Bey’in temsil ettiği müspet bilimlerin ve Uluğ Bey’in kardeşi olan Baysungur’un (1397–1433) temsil ettiği güzel sanatların düşmanı olurlar.”
Uluğ Bey’in öldürülme olayı şöyle cereyan eder:
Uluğ Bey’in büyük oğlu Abdullatif ile arası açılır ve savaş çıkar. Uluğ Bey savaşı kaybeder. Abdullatif, bu zaferden hemen sonra, “Şeriat hükümlerinin gereğini yapacağım. Şeriat kaidelerine babam ile oğlum hilaflık ederse onlara bile acımam” diye, kendisinin şeriat ve hocalar önündeki tutumunu açıklar. İşte o zaman, Abbas denilen bir kişi, “Benim babamı Uluğ Bey öldürmüştü”, diye dava açar. Abdullatif bu davayı şeriatçıların iradesine teslim eder. Şeriatçılar da, “Kısas almaya uygundur”, fetvasını verirler. Abbas işte bu fetvaya dayanarak Uluğ Bey’i öldürür. Tabii, Abdullatif’i kışkırtan ve bu fetvayı verenlerin arkasında, çoktandır Uluğ Bey’e düşman kesilen Hoca Ahrar vardır. İşte bu iğrenç cinayetten sonra, Uluğ Bey’in öğrencisi olan Ali Kuşçu (?-1474), efendisinin bu feci ölümünden son derece üzülerek, Semerkant’tan İstanbul’a gider ve Ayasofya medresesi müderrisliğini yapar.
1990’lı yıllardaki Türk dünyasında meydana gelen büyük değişim bana, tüm Türkistan’ı gezme-öğrenme fırsatını vermişti. Semerkant şehri yakınındaki tepecikte bulunan Uluğ Bey’in kurduğu gözlemevi ve Onun ayakta duran-başı bir yana biraz eğik dev heykeli tüm ilgimi üzerine çekmişti. Uluğ Bey’in hayal gücünü yansıtan bu görkemli heykelinin yanında oturup, tarihimizin derinliklerine dalmıştım. Türk tarihi şanlı-şevketli olduğu kadar facialarla dolu dolu geçen bir tarihtir… Türk ulusunun gururu olan bu büyük birey, bilime düşkünlüğünden dolayı bilim düşmanları tarafından öldürülmüştü. Bu facia sadece Uluğ Bey’in faciası değildi. Bu facia, Fergane’de öldürülen Şair Hemze Hakimzade Niyazi (1889–1929), Menemen’de öldürülen devrim şehidi Kubilay (1906–1930) gibi nice büyük bireylerimizin başına gelen ve gelmekte olan facia idi. İnançsızlar-ateistler gerekçesiyle 37 Türk aydınının, Sivas’taki Madımak Oteli’ni ateşe vererek, 2 Temmuz 1993 yılında öldürülmesi, insanlık adına utanç veren cinayettir-utanç veren faciadır.
Darwin-Charles (1809–1882), Evrim Kuramı ile insanlığın beynini aydınlatmıştı. Maxwel-James Clerk (1831–1879), elektrik buluşu ile insanlığın gözünü aydınlatmıştı. Neil Armstrong (1930–2012), aya ilk adım atmış insan olarak, insanlığın geleceğini aydınlatmıştır. O yaptığı bu büyük işine, “Benim için küçük, insanlık için dev bir adımdır” demiş. İşte bu büyük buluşlar uğruna ulusunu yücelten bu büyük bireyler, ulu İngiliz ulusunun bireyleridir. Ben de bu İngiliz ulusunun bireyleri gibi, buluşlar uğruna ulusunu yücelten bireylerden olmak isterdim. Fakat insanlığı aydınlatan böyle bir buluşlar Türk ulusuna ve onun bireylerine nasip olmamıştır. Böyle buluş uğruna çalışan bireylerimiz, Uluğ Bey örneğinde olduğu gibi, hep bilim düşmanları tarafından öldürüle gelmiştir.
Geçmişteki Fars kökenli Hoca Bahaüddin, Hoca Ahrar gibi din öğreticilerinin Timurlulara karşı düşmanlığı ne ise, günümüzdeki laiklik karşıtı dincilerin Atatürk’e-Atatürkçülüğe karşı düşmanlığı da odur ki, buna Türk düşmanlığı denilir. AKP iktidarının uygulamakta olduğu çağımızın Türkiye’sini dinselleştirme eylemi, adı geçen Orta Çağ hocalarının uyguladığı Türkistan’ı dinselleştirme eyleminin tıpatıp aynısıdır ki, “Dikkat! Tarih Tekrarlanıyor…”
Kimi zaman ilkellik, çağdaşlığı alt edebilecek bir güce sahip olabilir. Fakat tarihin-yaşamın karanlık köşelerinde saklanıp kalmış bu çağ dışı kara güç, asla kalıcı etkinlik yaratamaz. Türkiye’de yaşadığımız sıkıntılı bu günler geçicidir. Çünkü tarih, daima ileriye dönüktür ki, insanlığın geleceğini ancak tarih belirleyecek-tarih aydınlatacaktır. Artık dinlerin egemen olduğu karanlık Orta Çağ çoktan ölmüştür, bilimin egemen olduğu aydınlık, insanlık var olduğu müddetçe sonsuzdur. Evet, Atatürk’ten bu yana Türkiye’nin yüzü bilimin egemen olduğu Batı’ya dönüktür, hiçbir kara güç Türkiye’yi ideolojilerin egemen olduğu Doğu’ya döndüremez. Çünkü Atatürkçülük, Türk tarihinin yarattığı bilimsel bir sonuçtur. Tüm ideolojiler geçici, kalıcı olan bilimdir. İdeolojiler yanıltabilir, çünkü düşünseldir. Bilim ise yanıltmaz, çünkü olgusaldır.
Türk tarihinin gelmiş geçmiş hükümdarları arasında bilime ve Türklüğe verdiği önemiyle ayrı bir konuma sahip olan Büyük Timur hakkındaki şu samimi ve alçak gönüllü değerlendirme Mustafa Kemal Atatürk’e aittir: “Ben Timur’un zamanında gelseydim Onun yaptığı işleri başaramazdım. O benim zamanımda gelseydi yaptıklarımdan daha fazlasını yapabilirdi.”
Evet, Cengiz Han, Büyük Timur ve Mustafa Kemal Atatürk, tarihin Türk ulusuna ve insanlığa bir armağanıdır. Eğer biz bugün, başımıza gelen bu kadar büyük facialara rağmen yine de Türk olarak kaldıysak, bu varlığımız için yukarıda adı geçen büyük şahsiyetlerimize borçluyuz.
KAYNAK:
KURBAN, İklil, DOĞU TÜRKİSTAN İÇİN SAVAŞ, Türk Tarih Kurumu Basımevi-Ankara 1995.
KURBAN, İklil, GERÇEKLER VE YALANLAR (Anılar-Yansımalar: 1943–2007), Ankara 2007.
Cumhuriyet Gazetesi, “Atatürk, Tarihin Türk Ulusuna ve İnsanlığa Bir Armağanıdır” 27.08.2012.
İklil KURBAN
Bu xəbər oxucular tərəfindən 1976 dəfə izlənilmişdir!
Yahoo | |||||||
Del.icio.us | Digg | StumbleUpon | FriendFeed |