13.03.2013 [10:30] - Xəbərlər, Türk dünyası-Turan
Levent Kırca
Yaklaşık bir haftadır Almanya turnesindeyiz. Bu sene Almanya’ya, değişik aralıklarla sık sık geldik.
Şu anda saat, buranın saatiyle 16:30… Frankfurt'ta şehrin meydanında bir cafede, elimde kağıt kalem bu haftaki yazımı yazıyorum.
Tam karşımda eski tarihi bir klise… Çanları çalıyor ve bu sesler bizim “Romanlar”ın çaldığı Harmandalı Türküsü'yle birbirine karışıyor.
Almanya artık Türkiye olmuş. Her üç kişiden biri Türk neredeyse. Üç dükkandan biri de dönerci. İçinde bulunduğum meydan, döner döner kokuyor. Sultanahmet'te gibiyim. Türkiye, “Türkiye Olmaktan” çıkadursun, Almanya Türk’leşmiş! Üstelik burada karşılaştığım Türk’ler de, özüyle, sözüyle, sazıyla tam Türk! Ağızlarından “Atatürk ve Cumhuriyet” düşmüyor!
Bulunduğum şehre yakın bir köyde, ismini veremeyeceğim bir politikacı iş adamı dostumun, bir gece evinde yemekte ve yatıda misafiri oldum. O kadar özlemiş ki ülkesini, bütün gece el ele oturdu benimle. Hep o konuştu… durmadan konuştu…
Özlemini dile getirdi, hasretini söyledi, kaygılarından, endişelerinden dem vurdu. “Türkiye bu hale mi gelecekti?” dedi. Ben de cümle aralarına girebildikçe, “Merak etme” deyip durdum. Umut verdim, umutlandırdım onu. Kah gözleri doldu, kah anlatırken daldı gitti…
Ertesi gün bizi uğurlarken, arabamız görüntüden kayboluncaya kadar yorulmadan el salladı bize… Biz de hüzünlendik açıkcası. “Azınlık” oyununu gerek yurtiçinde, gerekse yurtdışında yüzyirmi civarında oynadık. İkiyüzbin seyirciye ulaştık. Hala talep var. İstek oldukça da oynuyoruz.
Bu arada, yeni oyunumuzu çalışıyorum. Yeni oyun, “Silivri Hasdal”da ve diğer cezaevlerinde yatan yurtseverlerin, içerden yazdıkları kitaplardan oluşuyor. Onlar sıkıntılarını, dertlerini, suçsuzluklarını yazdılar. Biz de onların yazdıklarını daha büyük halk kitlelerine ulaştırmak için kolları sıvadık. Oyunun adına nihayetinde “İçerdekiler” dedik. “Mustafa Balbay”dan, “Tuncay Özkan”dan, “Nilgün Doğan”dan, “Amiral Semih Çetin”den ve “Uğur Mumcu”dan alıntılar yaptık. Haksızlığa uğramış hakkı gasp edilmiş Türkiye’nin dönüştürülmesi kapsamında yok edilmeye çalışılan bu değerli yurtsever gazetecilerimizin ve “TSK”nın sesi olacağız!.. olmaya devam edeceğiz!
Korkmadan, yılmadan, geri durmadan!
Oyunun müzikleri Fazıl Say'a ait. Çok heyecanlı olduğumuzu ifade etmeliyim. Çok yakında izleyeceksiniz.
DÖNÜYORUM TEKRAR FRANKFURT’A…
Burada, bir sevgili dostla daha buluştuk. Kendisi varlıklı bir insan. “Güç”, insanlığından hiçbir şey eksiltmemiş. İnadına derviş gibi, ermiş gibi, alevi dedesi gibi… Zaten, hemşehrim, yani Amasyalı. Dahası Şirvanlı. Anne tarafından akraba çıktık neredeyse. Kendisine Türkiye ile ilgili düşündüğüm film senaryosunu anlattım.
Yapılan abuk subuk ve yandaş filmlerin ötesinde, görev yapan bir iş olur dedim. Çok heyecanlandı. O heyecanlanınca ben coştum. Ben coştukça onun heyecanı arttı. Sonunda kendisinden beklenileni yaptı. “Bu filmi finanse ediyorum” dedi. “Yani ortak yapalım.” Hükümet tarafından televizyona çıkmam yasak, elim kolum bağlı. Bu önerisi ilaç gibi geldi bana. Utanmasam Almanya’nın ortalık yerinde şakur şukur göbek atacağım. Sağ olsun, o ve ben bir hafta kadar sonra Türkiye’ye döndüğümüzde buluşacağız. El sıkışıp, bitireceğiz bu işi. Sevincimi sizinle paylaşmak istedim…
Yandaşlık yapmadan, korkmadan bir muhalif film çekeceğim. Yani, bana yakışanı yapacağım. Yandaşlar da bakakalacaklar ama, yan yan bakacaklar elbette…
TÜRKİYE'YE TÜRKİYE DİYEMEYECEĞİZ!
Ne diyeceğiz peki?
Yani, biz Türk değiliz de neyiz?
Kim bizim bu kimliğimizi, değiştirme gücünü kendinde buluyor?
Bunun hesabını sormazlar mı adama?
Türkiye’ye “Türkiye” denilemediği, Türk’e “Türk” denilemediği gün, bu yandaşlar ne yapacak acaba?
Bir fıkra duydum;
Bir trende bir Fransız, bir Alman, bir İngiliz ve bir Türk trenin vagonunda oturuyorlar. Türk, “Bana artık Türk demeyin” diyor. “Benim ülkemde Türk’e “Türk” denmiyor artık.”
Eğer emperyalist güçlerin dizayn ettiği bizim “Bop eşbaşkanımız” ve Hükümet’imizle birlikte muhalefetimiz de kendisine biçilen rol doğrultusunda onayladığı yeni anayasa yürürlüğe girerse ve “Bay Tayyip” devlet başkanı seçilirse, artık “Türk” değilsiniz!
Varın gerisini siz düşünün artık.
YOK... YOK... YOK...
Düşünen yok, yazan yok, gazete yok, üniversite yok, hukuk yok, sanat yok, insanlık yok...
“Cumhuriyet” yok,” Atatürk” yok, hür gençlik yok, aydın yok…
Peki ne var?
Ne var, ne yok?
Hiçbir şey mi?
Zulüm mü? Baskı mı? Esaret mi? Ne?...
Milliyet Gazetesi, Apo’yla görüşmeleri madde madde yayınlayınca Hasan Cemal ve Can Dündar kapı dışarı edildi. Hükümetçi “Demirören” acele bir toplantı yapıyor;
“Hükümetimiz velinimetimizdir. Nasıl istiyorsa öyle yazacaksınız” diyor. ''Eğer mutsuz ediyorsa, gerekirse Milliyet Gazetesi'ni de kapatırız.''
Evet, her yeri kapatın. Bir tek sizin ticarethaneleriniz kalsın.
ESKİ İNCİ YENİ GLORİA SİNEMASI
Henüz yıkılıp Demirören’lerin AVM’si olmamıştı. Erdoğan Demirören'le bir araya geldik. Oğlu Yıldırım Demirören de vardı. Bana bir teklifte bulunuldu. Teklif şu;
“Bu Gloria Sineması tarihi bir salon. Bakanlık müsaade etmediği için dokunamıyoruz. Yıllardır kapalı duruyor. Gel, şurayı hayata geçir. Burayı opera gibi bir yer yapalım. Sen içinde müzikal oynarsın. Yıldırım da sana ortak olur.”
“Bir göreyim şu tarihi yeri”, dedim. Yıldırım’la sinemaya gittik. Bir bekçi bizi içeri aldı. Yıkık dökük tarihi bir salon. Bir uzatma kablosuyla, elektrik getirip aydınlattılar. Ben hayatımda o güne kadar, böyle güzel bir salon, böyle güzel bir tarihi eser görmemiştim. Yerler mermer ve her köşede heykeller, kabartma eserler, rölyefler, sütunlar işlemeli, sütun başları, üç kat balkon, tavanlar ve duvarlar kabartma ve rölyeflerle süslü.
Aklımı kaçıracağım! Böyle bir tarihi eser nasıl kapalı tutulur? Nasıl insanların hizmetine sunulmaz?
Hemen Metin Serezli'yi çağırdım ve şaşkınlığımı onunla paylaştım. Orada gizli bir eser vardı. İstiklal’in göbeğinde “Kayıp Şehir Atlantis”.
Bana yapılacak teklife geri dönecek olursak, benden istenen özetle şuydu:
Ben orayı restore edecektim, bina yine onların olacaktı. Yaptığım restorasyon parasını belirlediğimiz kiradan düşecektim. Ama ne var ki günün birinde bu tarihi eseri yıkacak, yıktıracak bir hükümet çıkarsa, tarihi eser yıkılıp sıradan bir çarşı olacaktı. Benim yaptığım masraf da boşa gidecekti. Bu teklifi kabul etmek için ‘enayi’ olmak gerekirdi.
Madem ortak olacaktık, masrafı da birlikte yapmalıydık. Ayrıca, böyle bir tarihi eser de yıkılmamalıydı. Sonuçta anlaşamadık. Aklım hep orada kaldı. Gelip geçerken bakar, iç geçiririm. AKP İktidarı Hükümet etmeye başladı hiç gecikmeden. Eski Gloria Sineması’nda da inşaat başladı. Etrafı tamamen örtüp, inşaatı büyük bir gizlilikle yaptıkları için, içerde ne olup bittiği hakkında bir fikrim yoktu. Kendi kendime belki sinemayı muhafaza edip korurlar diyordum. Ya da, alt kata küçük bir tiyatro yaparlar.
Derken çarşı bitti. Uzun süre giremedim içeri. Bir gün cesaret edip, gözümü karartıp daldım içeri. Son derece sevimsiz, estetikten yoksun sırf ticari amaç güdülerek, dükkanların üst üste yığıldığı, içinde Amerikan ve Avrupa mallarının satıldığı eski bir yerle karşılaştım.
Tarihi “Gloria Sineması” ndan eser kalmamıştı. Bir kenara küçük bir tiyatro salonu da yapılmamıştı.
Öyleyse tarihi esere, sanata ne gerek vardı ki? Oradaki o eseri yok edenler, bugün gerekirse Milliyet Gazetesi'ni de gözlerini kırpmadan kapatırlardı.
Bunların hesabı bir gün sorulacak mı?
Sorulmalı!
Sorulacak!
Soracağız!
Ben şimdilik, şunları demekle yetiniyorum:
“O tarihi sinemanın yıkılıp çarşı olması için müsaade verenin… O eseri çarşı yapanın… Buna göz yumanın… Sesini çıkarmayan insanların... tamamına saygılarımı sunuyorum.”
O eserlerin yok edilmesine göz yumanlar, bugün yitirmekte olduğumuz “Cumhuriyet” için de sessiz kalmayı yeğliyorlar.
Saygılarımla…
Levet Kırca
Twitter: @kirca_levent
Yaklaşık bir haftadır Almanya turnesindeyiz. Bu sene Almanya’ya, değişik aralıklarla sık sık geldik.
Şu anda saat, buranın saatiyle 16:30… Frankfurt'ta şehrin meydanında bir cafede, elimde kağıt kalem bu haftaki yazımı yazıyorum.
Tam karşımda eski tarihi bir klise… Çanları çalıyor ve bu sesler bizim “Romanlar”ın çaldığı Harmandalı Türküsü'yle birbirine karışıyor.
Almanya artık Türkiye olmuş. Her üç kişiden biri Türk neredeyse. Üç dükkandan biri de dönerci. İçinde bulunduğum meydan, döner döner kokuyor. Sultanahmet'te gibiyim. Türkiye, “Türkiye Olmaktan” çıkadursun, Almanya Türk’leşmiş! Üstelik burada karşılaştığım Türk’ler de, özüyle, sözüyle, sazıyla tam Türk! Ağızlarından “Atatürk ve Cumhuriyet” düşmüyor!
Bulunduğum şehre yakın bir köyde, ismini veremeyeceğim bir politikacı iş adamı dostumun, bir gece evinde yemekte ve yatıda misafiri oldum. O kadar özlemiş ki ülkesini, bütün gece el ele oturdu benimle. Hep o konuştu… durmadan konuştu…
Özlemini dile getirdi, hasretini söyledi, kaygılarından, endişelerinden dem vurdu. “Türkiye bu hale mi gelecekti?” dedi. Ben de cümle aralarına girebildikçe, “Merak etme” deyip durdum. Umut verdim, umutlandırdım onu. Kah gözleri doldu, kah anlatırken daldı gitti…
Ertesi gün bizi uğurlarken, arabamız görüntüden kayboluncaya kadar yorulmadan el salladı bize… Biz de hüzünlendik açıkcası. “Azınlık” oyununu gerek yurtiçinde, gerekse yurtdışında yüzyirmi civarında oynadık. İkiyüzbin seyirciye ulaştık. Hala talep var. İstek oldukça da oynuyoruz.
Bu arada, yeni oyunumuzu çalışıyorum. Yeni oyun, “Silivri Hasdal”da ve diğer cezaevlerinde yatan yurtseverlerin, içerden yazdıkları kitaplardan oluşuyor. Onlar sıkıntılarını, dertlerini, suçsuzluklarını yazdılar. Biz de onların yazdıklarını daha büyük halk kitlelerine ulaştırmak için kolları sıvadık. Oyunun adına nihayetinde “İçerdekiler” dedik. “Mustafa Balbay”dan, “Tuncay Özkan”dan, “Nilgün Doğan”dan, “Amiral Semih Çetin”den ve “Uğur Mumcu”dan alıntılar yaptık. Haksızlığa uğramış hakkı gasp edilmiş Türkiye’nin dönüştürülmesi kapsamında yok edilmeye çalışılan bu değerli yurtsever gazetecilerimizin ve “TSK”nın sesi olacağız!.. olmaya devam edeceğiz!
Korkmadan, yılmadan, geri durmadan!
Oyunun müzikleri Fazıl Say'a ait. Çok heyecanlı olduğumuzu ifade etmeliyim. Çok yakında izleyeceksiniz.
DÖNÜYORUM TEKRAR FRANKFURT’A…
Burada, bir sevgili dostla daha buluştuk. Kendisi varlıklı bir insan. “Güç”, insanlığından hiçbir şey eksiltmemiş. İnadına derviş gibi, ermiş gibi, alevi dedesi gibi… Zaten, hemşehrim, yani Amasyalı. Dahası Şirvanlı. Anne tarafından akraba çıktık neredeyse. Kendisine Türkiye ile ilgili düşündüğüm film senaryosunu anlattım.
Yapılan abuk subuk ve yandaş filmlerin ötesinde, görev yapan bir iş olur dedim. Çok heyecanlandı. O heyecanlanınca ben coştum. Ben coştukça onun heyecanı arttı. Sonunda kendisinden beklenileni yaptı. “Bu filmi finanse ediyorum” dedi. “Yani ortak yapalım.” Hükümet tarafından televizyona çıkmam yasak, elim kolum bağlı. Bu önerisi ilaç gibi geldi bana. Utanmasam Almanya’nın ortalık yerinde şakur şukur göbek atacağım. Sağ olsun, o ve ben bir hafta kadar sonra Türkiye’ye döndüğümüzde buluşacağız. El sıkışıp, bitireceğiz bu işi. Sevincimi sizinle paylaşmak istedim…
Yandaşlık yapmadan, korkmadan bir muhalif film çekeceğim. Yani, bana yakışanı yapacağım. Yandaşlar da bakakalacaklar ama, yan yan bakacaklar elbette…
TÜRKİYE'YE TÜRKİYE DİYEMEYECEĞİZ!
Ne diyeceğiz peki?
Yani, biz Türk değiliz de neyiz?
Kim bizim bu kimliğimizi, değiştirme gücünü kendinde buluyor?
Bunun hesabını sormazlar mı adama?
Türkiye’ye “Türkiye” denilemediği, Türk’e “Türk” denilemediği gün, bu yandaşlar ne yapacak acaba?
Bir fıkra duydum;
Bir trende bir Fransız, bir Alman, bir İngiliz ve bir Türk trenin vagonunda oturuyorlar. Türk, “Bana artık Türk demeyin” diyor. “Benim ülkemde Türk’e “Türk” denmiyor artık.”
Eğer emperyalist güçlerin dizayn ettiği bizim “Bop eşbaşkanımız” ve Hükümet’imizle birlikte muhalefetimiz de kendisine biçilen rol doğrultusunda onayladığı yeni anayasa yürürlüğe girerse ve “Bay Tayyip” devlet başkanı seçilirse, artık “Türk” değilsiniz!
Varın gerisini siz düşünün artık.
YOK... YOK... YOK...
Düşünen yok, yazan yok, gazete yok, üniversite yok, hukuk yok, sanat yok, insanlık yok...
“Cumhuriyet” yok,” Atatürk” yok, hür gençlik yok, aydın yok…
Peki ne var?
Ne var, ne yok?
Hiçbir şey mi?
Zulüm mü? Baskı mı? Esaret mi? Ne?...
Milliyet Gazetesi, Apo’yla görüşmeleri madde madde yayınlayınca Hasan Cemal ve Can Dündar kapı dışarı edildi. Hükümetçi “Demirören” acele bir toplantı yapıyor;
“Hükümetimiz velinimetimizdir. Nasıl istiyorsa öyle yazacaksınız” diyor. ''Eğer mutsuz ediyorsa, gerekirse Milliyet Gazetesi'ni de kapatırız.''
Evet, her yeri kapatın. Bir tek sizin ticarethaneleriniz kalsın.
ESKİ İNCİ YENİ GLORİA SİNEMASI
Henüz yıkılıp Demirören’lerin AVM’si olmamıştı. Erdoğan Demirören'le bir araya geldik. Oğlu Yıldırım Demirören de vardı. Bana bir teklifte bulunuldu. Teklif şu;
“Bu Gloria Sineması tarihi bir salon. Bakanlık müsaade etmediği için dokunamıyoruz. Yıllardır kapalı duruyor. Gel, şurayı hayata geçir. Burayı opera gibi bir yer yapalım. Sen içinde müzikal oynarsın. Yıldırım da sana ortak olur.”
“Bir göreyim şu tarihi yeri”, dedim. Yıldırım’la sinemaya gittik. Bir bekçi bizi içeri aldı. Yıkık dökük tarihi bir salon. Bir uzatma kablosuyla, elektrik getirip aydınlattılar. Ben hayatımda o güne kadar, böyle güzel bir salon, böyle güzel bir tarihi eser görmemiştim. Yerler mermer ve her köşede heykeller, kabartma eserler, rölyefler, sütunlar işlemeli, sütun başları, üç kat balkon, tavanlar ve duvarlar kabartma ve rölyeflerle süslü.
Aklımı kaçıracağım! Böyle bir tarihi eser nasıl kapalı tutulur? Nasıl insanların hizmetine sunulmaz?
Hemen Metin Serezli'yi çağırdım ve şaşkınlığımı onunla paylaştım. Orada gizli bir eser vardı. İstiklal’in göbeğinde “Kayıp Şehir Atlantis”.
Bana yapılacak teklife geri dönecek olursak, benden istenen özetle şuydu:
Ben orayı restore edecektim, bina yine onların olacaktı. Yaptığım restorasyon parasını belirlediğimiz kiradan düşecektim. Ama ne var ki günün birinde bu tarihi eseri yıkacak, yıktıracak bir hükümet çıkarsa, tarihi eser yıkılıp sıradan bir çarşı olacaktı. Benim yaptığım masraf da boşa gidecekti. Bu teklifi kabul etmek için ‘enayi’ olmak gerekirdi.
Madem ortak olacaktık, masrafı da birlikte yapmalıydık. Ayrıca, böyle bir tarihi eser de yıkılmamalıydı. Sonuçta anlaşamadık. Aklım hep orada kaldı. Gelip geçerken bakar, iç geçiririm. AKP İktidarı Hükümet etmeye başladı hiç gecikmeden. Eski Gloria Sineması’nda da inşaat başladı. Etrafı tamamen örtüp, inşaatı büyük bir gizlilikle yaptıkları için, içerde ne olup bittiği hakkında bir fikrim yoktu. Kendi kendime belki sinemayı muhafaza edip korurlar diyordum. Ya da, alt kata küçük bir tiyatro yaparlar.
Derken çarşı bitti. Uzun süre giremedim içeri. Bir gün cesaret edip, gözümü karartıp daldım içeri. Son derece sevimsiz, estetikten yoksun sırf ticari amaç güdülerek, dükkanların üst üste yığıldığı, içinde Amerikan ve Avrupa mallarının satıldığı eski bir yerle karşılaştım.
Tarihi “Gloria Sineması” ndan eser kalmamıştı. Bir kenara küçük bir tiyatro salonu da yapılmamıştı.
Öyleyse tarihi esere, sanata ne gerek vardı ki? Oradaki o eseri yok edenler, bugün gerekirse Milliyet Gazetesi'ni de gözlerini kırpmadan kapatırlardı.
Bunların hesabı bir gün sorulacak mı?
Sorulmalı!
Sorulacak!
Soracağız!
Ben şimdilik, şunları demekle yetiniyorum:
“O tarihi sinemanın yıkılıp çarşı olması için müsaade verenin… O eseri çarşı yapanın… Buna göz yumanın… Sesini çıkarmayan insanların... tamamına saygılarımı sunuyorum.”
O eserlerin yok edilmesine göz yumanlar, bugün yitirmekte olduğumuz “Cumhuriyet” için de sessiz kalmayı yeğliyorlar.
Saygılarımla…
Levet Kırca
Twitter: @kirca_levent
Bu xəbər oxucular tərəfindən 1067 dəfə izlənilmişdir!
Yahoo | |||||||
Del.icio.us | Digg | StumbleUpon | FriendFeed |